Video – Kameranın Mekan Anarşisi Üzerine

Alper Şen – 2005

Solfasol / Mayıs 2014 –

 

2003’te Ege Berensel’in “Orası-burası” konulu bir yerleştirme projesi için nasıl bir şeyler yapabiliriz üzerine konuşurken, aklıma daha çok “ebu garip” hapishanesindeki görüntülerden yola çıkıp işkence -şiddet – haz – askerlik gibi kavramlar üzerinden bir tasarım yaratmak gibi bir genel çerçeve belirmişti.
Bu çerçeve kendince çok geniş ve neresinden tutulsa orası elimizde kalacak hissiyatı ve cehaleti içerisindeöylece kalakalmışken “orasının neresi” olduğu sorusuna veremeyeceğim cevaplardan sonra konunun içeriği değişti ve daraldı.
Ege’nin çağrı metninde alıntı yapıp düşüne düşüne ilerleyerek; “Köşede bir yer.. Hücre gibi..Ve sonra başka bir köşede başka bir yer…Bir dizi küçük mekan kırıntısı, mekan parçacıkları… Bağlantıları önceden belirlenmiş değil”. “Herhangi bir yer” diyordu Deleuze buna. Ve bütünüyle böyle imaj üretme pratiğini deneysel sinemaya atfedecekti. Video doğası gereği yerini, ele geçirdiği alanı değil ama, o an bulunduğu mevkisini bağlantısız imajlarla üretir: Yani “videonun uzamı yoktur; bir video-mevki vardır.”
Bin Ladin 2001’de ilk ekranda belirdiğinde görüntünün gerçek olup olmadığı gibi ve eğer gerçek ise de bu yerin neresi olduğu konusunda onlarca inceleme dile getirilmişti. Devamında Bin Ladin’in görüntüleri arttıkça “şu köşede hücre gibi bir yer”, yani mekanın kırıntı olarak ekranda belirdiği (ağaçlık/mağara duvarı/arkada poster) yerler, bizim coğrafi algımızda sıfıra denk düşecek bilgiler vermeye başladılar. Bu yerin herhangi bir yer oluşu kadar her yer olabilirliği kameranın karşısındakine sınırsız bir özgürlük sağlıyor, dolayısıyla hem kayıp hem de görünür olabiliyorsunuz, yeter ki bulunduğunuz yer tanımlanamasın.
Videonun mevkisi ile bağlantısız görüntüler üretmesi, tersten okursak “Televizüel uzamın kurduğu yalan gerçekliği, orası aslında burasıdır yanılsamasını (burası bağdat, burası hakkari, burası istanbul, burası paris vs…), tersine çevirecek burasını orası kılacak, dönüştürecek makinasal bir düzenektir.” Burası Felluce ya da Afganistan demeniz, kameraya konuşacak maskeli kişiyi de arkasındaki börtü böcekle göstermeniz ne anlam ifade eder? Aslında bir anlam ifade etmez, kameraman bakmıştır çerçeveye, arkada mekanı belli edecek nesneleri kaldırmıştır, kişiyi de oturtmuş konuşturmuştur.
“Sinema açı karşılarla, genel plan yakın plan geçişleriyle bir uzamı kurmaya inşa etmeye gayret eder. İzleyen nerde olduğunu, olayın nerde geçtiğini bilmelidir. Uzam dikilerek böylece öznede dikilerek (suture) kurulur. Boşluk-eksiklik affedilmez/yoktur. İktidar nasıl mekanı inşaa ederse sinemacıda benzer yollardan onu kurar.” (Deleuze) Videonun sağladığı şeyse -ki buna günümüzde Dziga Vertov’un “sinema budur!” dediği tarife video demek zorunda kalıyoruz- öncelikle konvansiyonel açılarla yaratılmış olan uzam bilincini kırmak oluyor. Uzamda gözümüzle işgal edilmeyecek bir alan bırakmayarak ve her yeri gerçekmiş gibi gösterip, “ burası orası mı?”dedirtecek bir bilgi bize dayatılınca sinematografik / televizüel bilgi ortaya çıkıyor. Öte yandan 2001 yılının hemen ardından islamcı militanların yayınladığı videoların ne sanatsal ne de istihbarat değeri vardı. Genelde görünen şey bir sabit çerçeve ve sabit çerçeve karşısında temaşa eden bir ya da birkaç kişiden ibaret olduğu müddetçe, olayı “video” tarafına çekmek, konuyu da teknolojik açılımlarını da zorlamak oluyor ilk bakışta. Dert edilen şey görüntüyü mekan bilgisi vermeden kaydetmek sadece… Bresson, Deleuze ya da Vertov ile bir alıp veremedikleri yok. Üstelik mekanla ilgili bilgi vermeseler de bize bambaşka ürkütücü iktidar tatları da yaşatıyorlar.
2003’te İngiliz bir gazeteci El Kaide tarafından boğazı kesilerek öldürülmüştü Pakistan’da. Bunun görüntüleri hakkında bir derste yapılan tartışmada “burasının neresi” olduğu üzerine gereksiz bir tartışma yürüdü yarım saat boyunca. “Önemli olan dünyada bir yerde bunu yapanlar var arkadaşlar ve bu gerçekten korku verici” diyerek kapattı konuyu hoca. Hoca konudan daralmıştı ve refleks halinde sonunda şöyle bir cevap çıkardı: “ürkütücü olan şey düşmanın seninle konuşurken mekanını belirtmemesi ama kendisinin de apaçık görünmesi…”
Günümüzde mevkisi belirsiz “terörizme” karşı verilen amansız ve global savaşı biliyoruz ve bu savaşta özel hayatlarımızın da nasıl kolayca taciz edilebileceğini de halen öğrenmeye devam ediyoruz… Ancak gündelik hayatımızda artık alışkın olduğumuz 3. sayfa öykülerinden daha ürkütücü olabilecek şeyse, hegemonyanın merkezinin ya da daha doğrudan söylersek kanunlarla bizi bizden korumakla yükümlü legal ve meşru güçlerin nerede olduğunu bilemediğimiz durumda olacak. Buna verilecek en klişe örnekse Büyük Birader’in seni izlediği kamera-ekrandır. Bu gerçek hayatta neye tekabül edebilir?
Bir yandan sinemanın konvansiyonel, yani alan bilgisini/derinliğini bize dayatan duruşunda olan iktidar (meclis, ordu, okul vs…) her ne kadar doğası gereği bize belli bir mekan bilgisi verse de -yani askerin polisin nerde olduğunu bilsek de – kendisini gösterip de nerede mevzilendiğini göstermediği zaman, kaçımız güvenlik kameralarından uzakta bir gün geçiriyoruz? Öyleyse iktidar aynı zamanda milyonlarca mevkiden de ibaret demektir. O zaman bize saklanacak, kendimize ait ne mevki ne de cephe kalır. Aslında kalır ama orası da ancak 1984’te Büyük Birader’in çerçevesi dışında kitap okunan yer olarak var olur. Ancak bu da fazlasıyla distopya hevesiyle oluşturulmuş bir tasarım olur. Çünkü modern iktidar kendisini mekan ile birlikte uzamı da keşfederek var etti. Günümüzde ise mevki, daha çok iktidara karşı duruşlarda var olan belli belirsiz mekan parçacıkları olarak tanımlanmaya başladı (kitle ve kışla halinde görünür bir ordunun dağlardaki ya da şehirlerdeki “belirsiz” bireylerle savaşması belki olayın başka bir görselleşmiş boyutu da olabilir). Bu tanımlanma içerisinde kendisini gösterme, ancak yerini belli etmeme hevesi ise, tepegöze bağırırken tepegözden koyun postuna sığınarak kaçmaya çalışan bir muhalefet çabası olarak ortaya çıkıyor. Muhalefete kaçma ve karşı durma imkanı tanıyan şeyse tepegözün hantallığı kadar tepegözün fazlasıyla görünür olmasıdır.
Saklanılan mevkiden direniş de burada ortaya çıkıyor: Bağlantı yaratırsanız iki nokta arasında bir çizgi çekmiş olursunuz, bu da yerinizi belli eden bir hareket olur. Nokta olduğunuz takdirde kimse sizi görmez. Bu da muhalefetin kendince en bilinçsiz direnişi olarak ortaya çıkar. Ama nokta olmak yine de yetmez. Hem nokta olup hem görünmek ve propaganda yapmak zor zanaattır. Görüntü bu aşamada tek başına bir propagandadan ibaretse eğer, görüntünün de noktadan ibaret olması gerekir. Yani açı sabittir. İki açı koyarsanız alan derinliği yaratırsınız, o zaman da uzam ortaya çıkabilir, çok tehlikeli…öyleyse yaşasın kötü kadrajlar!?
2001 sonrasında Irak’ta ve Afganistan’da El Kaide ve Tevhid & Cihat militanlarını birer videoaktiviste dönüştüren bu yaygınlık şunu göstermekteydi: El Cezire artık bu militanların videolarını kabul etmeyeceğini açıklamıştı bir ara ama sonra tekrar kullanmaya devam etti. Çünkü milyonlar dehşet ve zevkle bunları seyrediyor. Olayın fazlasıyla politikliği oradaki objenin kamerayla ilişkisini ikinci plana atıyor. Öte yandan videonun gücünü kendilerince keşfetmişler ve milyonlara videolarını, görünür-görünmez, ama her durumda mide bulandıran şiddetlerini rahatlıkla seyrettiriyorlardı. İktidara kendini gösterirken görünmez olmak azımsanacak bir şey değildir, hele ki elinizde “Deleuze’un Marc Augé’nin yer-olmayan (non-lieux) kavramından türettiği herhangi bir yer (espaces quelconques)’in merkezinde dur”an bir aygıtınız da varsa, mekanı olmayan bir varoluş yaratma imkanına da sahip olabilirsiniz.

Leave a Comment