Yanlış Yerde Yanlış Zamanda Beş Parasız (Berlin 2010)

Sebastian Lütgert*

Bu makale online e-flux dergisinin 17. sayısında Down and Out in All the Wrong Places (Berlin 2010) başlığıyla yayımlanmıştır. https://www.e-flux.com/journal/17/67406/down-and-out-in-all-the-wrong-places-berlin-2010/

I – August Sokağı (Auguststrasse)

Tarafıma “90’ların Berlin’i”, “Post-kapitalist Kendimiz” ve “Ekonominin Kuir Hali” konuları ile ilgili makaleler yazma talebi geldiğinde aklıma gelen ilk şey “Her Şeyi Nasıl Bok Ettik” başlıklı bir makale yazmaktı. Ancak bu konular üzerine biraz daha kafa patlatınca “Ettik” öznesinin problemli olduğu ve kavramsal olarak zaten kaygan bir zeminde olmasından ötürü daha bir kafa karışıklığı yaratabileceğini fark ettim. Bu çerçeveler, 1995’lerin Berlin’indeki gibi, hal-i hazırda sanat ve politika dünyasında heterojen yapıların eleştirel girişimleri içerisinde tartışılmış, (ki geçmişteki girişimlerin en erdemli taraflarının aynı zamanda en cahil tarafları olduğu söylenebilir) aynı zamanda 2010 yılının Berlin Bienali’nde de ne idüğü belli olmayan yer, zaman ve libido iletişimi ile katılımcıların benliğine tesir etmiştir. O yüzden yazımı 1. tekil şahsa atfederek bu tekil şahsın yeniden yazılan tarihin bir parçası olmamasına gayret ettim.

II – Kronen Sokağı (Kronenstrasse)

1994 yılının başında Berlin’e taşındım. İster 1979 yılında taşınanlar olsun, isterse 1991, arkadaşlarım bu şehrin bittiğini dillendiriyor, lakin benden 1 yıl sonra taşınan Ariane Müller ise bana bu şehrin o kadar hareketli ve dinamik olduğundan bahsediyordu ki, bir insanın olan bitenden uzaklaşmaması için 10 günden fazla şehirden ayrılamadığından dem vuruyordu. Bunun isabetli bir atış olduğunu fark ettim; paylaşılan bir ilüzyon değildi bu sadece, kendim de aynı izlenime kapılmamdan dolayı da değil, ikimizin de birbirimizden tamamen farklı alanlarda çalışıp birbirimizle tanıştığımızda bu sonuca varmamız bu isabetli atışı pekiştiriyordu. Gel zaman git zaman, pek sonraları kendimi sanatçıların çemberinde bulduğumu fark ettim – pek tabii anladım ki hepsi bar/klüp işletmecisi olarak sanatlarını icra etmekteydi. Çok geçmeden bir klübün nasıl olması konusunda keskin ve net bir yargıya vardım. Kapı politikası mı – kapıyı göstermeli. Dans edenler yerel ve muntazam. Üretici/tüketici hiyerarşisi bar ile bar sandalyesi mesafesini denk alarak düzleştirilmiş. Deleuze ve Guattari’nin yanlış okumaları bütün sahneleri yerle yeksan etmeli. Ender de olsa girilen nedensel olmayan sohbetler ise açıklıktan öte şeffaflığın arandığı bu mekanların iş yapmasını zorlaştırır.

III – Mauer Sokağı (Mauerstrasse)

Bu kurgunun kendisi hakkında epey kafa patlattım. Güney ve Batı Asya’daki şehirler düşünüldüğünde, oradaki tek tük sanat kolektifleri ve bir elin parmağını geçmeyecek nicelikteki elit zümreye ait olmayan/öz-yönetimsel kolektifler, bunların içerisinde sadece kendi alanını yaratmayı hedef alan ender atılımlar, tabii ki bunların da tahmin edildiği gibi bienal sonrası paramparça olması, bu paramparçalığın ortaya çıkardığı geri dönüşü olmayan nitelik dağılımı (genellikle sınıf, kast, cinsiyet veya pasaport ekseninde) ve de ne şanstır ki, bütün bunlara karşı 90’ların Berlin’inde birkaç insan, zaman ve mekan bulduklarında kendi tanımlayabilecekleri, tekrarlayabilecekleri ve yaratabilecekleri durumları yaratmaktaydılar. (Tıpkı Godard’ın “Yeni Dalga” için söylediği gibi: “Bizler birbiri ile konuşan sadece 3-4 kişiydik, ama bu bizim 6 ay içinde değişime adım atmamız için yeterliydi ve bu ittirici kuvveti hep canlı tuttuk.”) Ne küratörler vardı ne de basın mefhumları. Diyorlardı ki pop müzik ve gençlik kültürü ölmüş, lakin Alman gazete küpürleri cesetlerin yerini tespit etmekte başarısız kalıyordu. İşte öyleydi bir zamanlar ve Universal Müzik Şirketi’ndeki beyaz sümsükler bile çalmaya başlamamıştı.

IV – Unter den Linden Caddesi (Unter den Linden)

Birçok Batı Almanyalı gibi ben de Berlin’e “üniversite okumaya” gitmiştim – ki bu üniversite okumaya gitmekle uzaktan yakından alakası olmayan bir şeydi ve tabii ben 1997-98 yılındaki öğrenci ayaklanmasından sonra üniversiteye bir daha adımımı dahi atmadım. Dostlarım hayaletlerden zombilere dönüşürken gururla kitleselleştirdikleri ve anılarının bir parçası halinde tahayyül ettikleri geçmiş ayaklanmalarını sadece eğitim bürokrasisini parçalamak adına taleplerde bulunarak sömürüyorlardı. Bunlar Pisa ve Bologna’nın İtalya’da şehir olduğu zamanlardı. Okul zamanımda bir yarı-dönemimin yarısını “Öğrenci Hayatının Fakirliği Üzerine” adlı bir makale yazmaya çalışmakla geçirdim ve sonrasında mp3’ten büyük dosyaların pek de kullanışlı olmadığı zamanlarda, asıl filmin varlığından bihaber, bütün cahilliğimle “Gösteri Toplumu”nun 3 saatlik VHS filmini yapmaya giriştim. Bu yeniden yapım, eskiye saygı ile belli başlı benzerlikler içeriyordu, hatta belki de bazı kalkındırmalar… – ama pek de işe yaramayan Napster öncesi çağ için çok da nostaljik duygular hissetmiyorum. İnternet de hem yavaş yavaş kalkınıyordu (herkesin “.com”lu siteler hücümuna rağmen), Nettime akademi için muazzam bir ağa dönüşmüştü – konvensiyonel mağaza hizmetlerine karşı. Ve hala hatırı sayılır barlar, kulüpler ve vitrinler hiçbir üniversitenin barındırmadığı kadar faal durumdaydı.

V – Zionskirch Sokağı (Zionskirchstrasse)

90’ların ortasında önce Schöneberg’den Prenzlauer Berg’e, oradan da Mitte’ye taşındım. 15 yıl sonrasında Almanya’nın en hayran duyulası annelerinin pusetleri ile doldurduğu sokaklar hala gri ve terk edilmiş bir havadaydı. Konutların çoğunun giriş katında alkolikler, üçüncü katına kadar öğrenciler ve dördüncü katta yaşlı çiftler yaşıyordu – tabii şehrin varoşlarında çalışan asansörlü bir daireye zorla çıkarttırılma zorunluluğunu hep yakalarında hissederek yaşıyorlardı. Genel hava kesinlike kapitalizm öncesi kokuyordu ve çoğunlukla paylaşılan duygu ise Berlin’in bir soylulaştırma sürecinden geçmediği, lakin soylulaştırma kıskançlığıyla piştiğiydi. İlk Charlottenburglu doğu bölgesine adımını attığında, ilk Prenzlauer Berg’li anne çek-çekine doldurduğu taze sebzeler kaldırımın üstünde hedefe girdiğinde, onların görünüşleri bir merak ile karşılandı. Halbuki onlar geleceğin sinyalleriydi – uzun vadede çıkmaz bir nostaljiye itecek sinyallerin. Genç Batı Almanların, Doğu Almanya hakkında hatırlayacakları artık sadece sonu olmayan kış günleri, kömür kazanları, merdiven altı tuvaletleri, köşebaşlarındaki ankesörlü telefon kulübeleri ve bira ile dolu süpermarketler olacaktı. Ve hala, günümüzde ara ara bunlar manzaralı çatılarda görülebilir, saçma bir gururla atalarının 2. Dünya Savaşı’nda takındıkları tavırlara benzer, parmakları ile bütün mahalleyi işaret edip, kente dair söylemlerini tekrarlayabilirlerdi: Buralar hep bizimdi!

VI – Sebastian Sokağı (Sebastianstrasse)

Duvarın yıkılmasından sonra ortaya konulan özgün talepler hala muğlak bir çerçevede, döngüsel olarak gelişen “90’lı yılların Berlin’i” havasını elinde tutuyordu ve bu “90’lar” belli bir işlevi bu döngü içinde elinde tutuyordu. Tabii bunun “80’leri” de vardı, hatta “70’leri” – daha açık olmak gerekirse bir ilerleme veya gerileme vardı – Charlottenburg’dan Kreuzberg’e, oradan da Mitte’ye giden, arada geçiş olarak Schöneberg’i ve Friedrichschain’ı kullanan bir değişim. Ölçeğimizi daha yakından belirlersek eğer, daha başka efsanevi detaylara burnumuzu sokabilirdik bu değişimin içinde – metalaşan uyuşturucular, Klaus-Jürgen Rattay’ın ölümü, duvarın çöküşü, Mainzer Sokağı’nın tahliyesi, 1995 Venedik Bienali. Dikkat edilmesi gereken ise, Mitte bölgesinin 90’lardaki halinin hatıralarını bir 80’lerin Kreuzberg’inin devamlılığı, gelişimi veya yeniden yapılanması olarak görmemekti. Birçok kişi için bu bir yok oluştu. Ama pek tabii Kreuzberg’den çıkan eleştirel altyapılar ve sürdürülebilir otonom ekonomi modelleri Mitte tarafından yerle yeksan edilmiş, onun yerine çiğ birkaç girişimden ibaret kalmıştı. 1980’de Kreuzberg’de kurulan otoyol kavşağı, tıpkı Friedrichshain’ın 1990’daki yükselen varoşları gibi, Mitte’nin 2010’larda koskocoman bir AVM’ye dönüşmesi kadar ekonomik bir anlam kazandırmamıştı. Ancak bu ekonomik modelin hesaba katmadığı şey ise, şehrin yeniden şekillendirilmesinde kullanılan araçların kendilerine düşman olacak hadiselere yol açacak olmasıydı. Bu hastalıklardan kurtulmak için kullanılan şehrin elitlerini değiştirme “stratejileri” içinden çıkılamaz bir hale büründürmüş ve karşısında direnç gösteren hastalığın varlığını, tahayyül ettikleri rakiplerden daha fazla buldurtmuştur.

VII – Oranien Meydanı (Oranienplatz)

Eğer ki kapitalizmi indirmek için ya da kapitalizmin öznelerini azaltmak için adımlar sadece önümüze bakarak atılmayacaksa, arkamızda olanları da arşivleyerek, derinliğinin bir grafiğini ve haritasını çıkararak başarılacaksa, eminim ki – ki itiraf etmeliyim elimdeki bilgiler oldukça az, 3. elden elde edilmiş, güvensizliği hat safhada olan datalardan oluşmakta – 1980 ile 82 arasında tavan yapmış bir hükümetsizlik Berlin’de baş gösteriyordu. Bu terk-i ihsan eylenmiş şehir içleri ancak ve ancak duvarın yıkılışından 10 yıl sonra bir değer kazanacaktı – önceleri mülkleştirme hareketleri neredeyse imkansızdı. Polisler Lada marka arabalarıyla dolanırken keşfe gelmiş kişilerin ilk izlenimi buraların tamamen hükümsüz kaldığıydı. Bu sanattan öte bir armağandı – Almanya’nın birleşmesinden sonra mülklerin nasıl dağıtılacağı konusunda çıkmazlar doğuran bir armağan. Bir keresinde “Yahudi azınlığı” için yapılandırılmış birkaç blok hazırlanmıştı – burası Yahudiler için helal, ancak Yahudiler’den arındırılmış bir Disneyland’dı. Ve Batı Almanya’nın işgal karşıtı polisleri kısıtlı bir kural anlayışıyla bütün bu mülkleri eşit bir şekilde paylaştırıyordu. Tabii bu süreç bazen beklenildiğinden daha uzun bir zamana tekabül edebiliyordu.

VIII – Chausse Sokağı (Chaussestrasse)

1997 yılına dair – son 5 yılda Doğu Berlin’e taşınanlar tarafından – partinin artık sona geldiğine dair genel bir çıkarım yapılabilirdi. Potsdamer Meydanı revaçtaydı, federal hükümet sahaya inmiş, Hamburg ve Köln’deki direniş alanları sönmüş, kaderlerine terk edilmiş ve Berlin’de kendine yer aramaktaydı. (Sadece Frankfurtlular bir yenilme hissinden uzaktılar. Bunun nedeni de okuyucuya kalsın) Ancak şehir, yoğun bir şekilde desteklenen ”metropolisin yeniden doğuşu”nu bekleyerek endişeyle dururken; yeni binyıl, dot-com balonun patlaması ve eski ekonominin dağılmasının hemen ardından bankacılık skandalı, şehirdeki belli belirsiz yolsuzluk ve alelacele yeniden markalaşan “fakir ama seksi” tabiri ile (şehrin kendisini şimdiye dek en popüler halde tabir ettiği “post-kapitalist ve “kuir” tanımları ile) Yeni Ekonomi çöktü. Öte yandan boş devlet binalarının “geçici kullanım” olasılığının on yılı, bu defa devletin sanat eseri etkinlikleri ile donatılarak kültür sektörüne haz dalgaları yaymaya başladı; oyunun kuralları artık yavaşca değişiyordu. Olması gerektiği gibi, Sosyal Demokrat/Yeşiller federal hükümeti Alman refah devletini parçalarına ayırırken, Sosyal Demokrat/Sosyalist şehir senatosu da nihayetinde şehrin iki yakasında İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yürütülen planlı ekonomiyi kaldırdı. Şehrin uzun süren iflası sırasında daha önce fiyatı makul olan yerleşim yerlerinin yoğun satışı kısa süre sonra iflas edecek emeklilik fonlarıyla gerçekleştirilirken, nüfusun ekonomik olarak geriye giden bölümü fark etti ki onlar da bu sektörün bir parçası olmuşlar. (Emekli ikramiyesi bile bu sektörde kendi evini kaybedebileceğin bir bahis oyununa dönüşür.) Ve ironik olarak, fakirliğin seksi bir şekilde resmen pazarlanmasıyla Berlin, bir altın madeni kazmış oldu. Kısa vadeli turizmin son dönemde hızlı yükselişiyle, serbest piyasa merkezli patlama döngüsü bugün halen hayatta olan her Berlinli’nin bir şekilde tanık olduğu bir şeye dönüştü.

IX – Saatwinkler Barajı (Saatwinkler Damm)

Günümüzün koşulları derinlemesine araştırıldı, analiz edildi ancak ana parametrelerin sadece uzun dönem ikamet edenlere yansıması gerekmemeli, sıradan gözlemcileri de kapsamalı. 35 yaş altı, orta sınıfa mensup Batı Avrupa’nın bireyleri Berlin sokaklarını arşınlarken, tatilde mi olduklarının yoksa daha uzun mu kalmak istediklerini idrak etme çabası içindeyken, kiralarken veya satın alırken, yaratıcı endüstrilere bir bir dahil olurken veya sadece para harcarken (aynı zamanda sosyal normları yaratırken ve kültür alışkanlıklarını “kuirleşme” adı altında şehre empoze edip birbirinden ayırt edilmesi güç hale getirirken) muhabbet halinde kalmak istediğim çoğu insan şehirde düzensiz birey olma halini temsil etmekteydi. Çünkü meşhur olmayan Berlin ekonomisi onları Avrupa’nın kıyı ülkelerinde iş veya öğretim pozisyonları almaya ittirmişti – tıpkı yığınlar halinde Berlin’e gelen insanların tam da tersine. Ben, kendim de pek şehirde değildim. Kendimi, geceleri eve yürürken, otelimin şehir merkezine ne kadar da yakın olduğunu düşünürken bulmuştum son zamanlarda. Ama hala, uzak diyarlardan Berlin’e ziyarete gelen arkadaşlarım şehrin büyüsü altında, bu şehrin ne kadar da kültürel öğeleri cezbedici hale getirdiğinden ve sabahın 2’sinde, en olmadık yerlerde, yüzlerce insanın sanat ve politikadan bahseder olduğundan dem vurmaktaydı – halbuki onları ilgilendiren meseleler bile değildi bunlar.

X – Rosa Luxemburg Sokağı (Rosa Luxemburg-Strasse)

16 yıllık Berlin maceramın sonunda – işim yok, vergi numaram yok, devlet yardımım yok, emeklikik planım yok, sağlık sigortam yok, kredi kartım, birikimim, faal bir posta adresim yok yok yok. Bazıları özgür irademle bu hale gelmişti, bazıları ise kaza sonucu. Bunların sonuçlarını arzu edilmiş stratejik tercihler sonucu post-kapitalist politikalara bağlamak çok zor olmasa da, hala bu sonuçların kendisinin kapitalizmin buhranlarından, kolektif krizlerlerden öte bireysel sakatlanmalar olarak algılanmasının açık bir ihtimal olarak görülmesinin farkındaydım. Bunun nedeni, bulunduğum ortamların kendini “özel” veya “profesyonel” olarak tanımlaması, “politik” olarak tanımlamaması olabilir ancak bir yandan da “yarı-kamusal” veya “yarı-amatör” olarak da kendilerini politikleştirmeyi bilmişlerdi. Görece eminim ki bu ortak bir sorun ve kapitalist üretim biçimlerini alaşağı edecekleri hiç ama hiç dostlarının olmadığını fark eden insanların varoluşsal bir panikle hayatlarını gözden geçirdikleri anda ortaya çıkıyor.Ancak, pratikte düşündüğümüzde devlet ile bir bağı olmayan, ama yine de kültür fonlarından destek almayı esirgemeyen kimseler şaşırtıcı bir şekilde hareketli görünürler. Bu yaşadığımız post-fordist çağın gereği verilen fonlar gözden çıkartılabilir; ancak, en azından Avrupa pasaportunu taşıyanların sahip olduğu bu hakkı gözden çıkarılabilecek bir ayrıcalık olarak görmek gerekir. Avrupa politikalarının en umutsuz aktör/aktrislerin bakış açıları olsa gerek (politik yönelimleri değil de dünyaya baktıkları pencereler).

XI – Kotbusser Kapısı (Kotbusser Tor)

Geçtiğimiz senelerde, kendimi kısmen pek de hoşgörülü olmayan bir şehre, Bombay’a adadım. Ama yine de, yoğun nüfusuna karşı, yurttaşlarına birliktelikten doğan bazı güzellikleri tahsis edebilen bir yer (gaddarlığı ve yozlaşması gibi negatif yanlarını görsem dahi). Birçok sefaleti yaşadıktan sonra insanın çekine çekine, varsayıma dayalı bir şekilde, başka yerlerde daha da fazla sefilliklerin olduğunu söylemesi gerektiğini düşünüyorum. Alman refahıysa, kaynağını yoz bir parti liderinden alan (Peter Hartz), içme suyunun tahsisi, tuvaletler için ayrı boru sistemleri ve mükemmelleştirilmiş bir bağış ile 8 milyonluk Bombay kentinin mahrumiyetlerini gidermek için rol alma hevesindeydi oysa. Bu sosyal yapılanma ise kendi alışkanlıklarını ve ihtiyaçlarını yaratırken, Bombay’da bile kırılması güç – ki Bombay dünyadaki en hızlı değişen şehirler arasında yer alan, süregelen yıkımın nefes kesici hızda olduğu bir yer – bir yerinden etmeyi Berlin’den kat ve kat daha yavaş bir şekilde, insan hakları mücadelelerinin ve toplumsal mücadelelerin yok sayıldığı, kapitalizmin işlemesini sağlamak için birçok hasara yol açtığı sırada gerçekleştirmekteydi. Yine çekinerek söylenmesi gerekir; modernize edilemeyen ve oy verme hakkının ellerinden alındığı bir kurmaca politik zemin ortaya çıkmaktadır ki ulusal spor müsabakalarına olan fanatik bağlılıkları sadece yabancı, şatafatlı ya da kozmopolit yapısı ile kesişir.

XII – Kastanien Bulvarı (Kastanienallee)

Çoğu Avrupalı, Dubai, Delhi ya da Şangay gibi şehirlerin New York ya da Los Angeles gibi şehirlerin yerine eğitim için seçilmeye başlanmasından mükellef, bu şehirlerde gördükleri hayatların daha önce karşılaşmadıkları kapitalizm örnekleri sunduklarını fark etmekteydiler. Tamamen farklı bir yapı içerisinde olunduğu için kendi tahminlerindeki “post-kapitalist biz” kavramı daha bir güvencesiz, gri bir alana itilmekteydi. Artık “biz” öznesinden vazgeçip “diğer post-kapitalistler” tanımı aramaya başlasalar bile bu beyaz Avrupalılar, cevapları yanlış yerde aramaktaydılar. Bombay’dan bir arkadaşımın beni uyardığı gibi; “Sen buradasın, çünkü sen alt-kültürsün. Başka türlü buralara yolun düşmezdi. Ve ben seninle konuşuyorum çünkü ben üst-kültüre mensubum. Eğer olmasaydım, biz hiçbir zaman karşılaşmayacaktık. Şimdi güçlerimizi birleştirip birkaç alt-kültür arayabiliriz, ancak şayet bulursak, ki eminim bulamayacağız, bundan ikimiz de pişman olurduk”

Bana göre, “post” diye adlandırdığımız terimlere bir daha şüphe ile bakmak gerekiyor. Post-kapitalizm dediğimiz şey hala kapitalist, post-sosyalizm dediğimiz şey hala sosyalist ya da post-sömürgecilik ise sömürgeci (buna kanıt olarak “uluslararası işbirliği” ya da “kültürel değişim” gibi kelimelerin hükümetler, STK’lar ve toplumseverlerin “gelişmekte olan ülkeler” için kullandığı lütufları gösterebiliriz.) ve belki de bunlar daha tehlikeli, sağlam temelli olmayan, radikalleşmiş ve işlevsel formlara bürünmüş kapitalizmin yeniden yorumlanması olarak görülebilir (ama tabii kuir-kapitalizm demek, hala belirsiz bir zemin yaratabilir).

XIII – Sophien Sokağı (Sophienstrasse)

“Kuir” kelimesini, çok moda ve heteroseksüel ortamlarda popüler bir terim olduğu için hiç kullanmamaya gayret etmekteyim. Hani sanki daha iyisini elde edebilme şansı olmasına rağmen kırık dökük yerlerde yaşayan insanların garip görüldüğü, ta ki bunun aslında hetero-normatifliği kırmak adına kuirleşme ihtiyacı güdülüp yatırım yapma isteği ile kendini ele vermesi gibi (bu sınır bu yatırımı görebilenler tarafından sefil olarak adlandırılır). Eğer “kuir” bir fiil olarak basitçe pratikte “ontolojik yeniden yapılandırılma” olarak görülecek olursa, bireyin kendini tanıması artık kimliklerle ifade edilemeyecekse ve kolektif süreç baskın üretim biçimlerini alaşağı edebilirse o zaman kuir kelimesini sahiplenmek isterim. Ancak kuir fiili dayatmacı bir terimle karşıma çıktığında, bu üretim biçimlerini değiştirmektense, farklılıkların daha bir allı pullu hali olarak kalmaya devam ediyor ve gizemli, dışavurulmuş arzuların nedensel olmayan kurdeşenli, sürüye ait ve moleküler dünyaya kendini yerleştiriyor (bunlar da başka bir moda fenomeni olarak yerinde sayıyor). Ancak bu benim ait olduğum veya ait olmak istediğim nokta değil – hatta ısrar edeceğim ki bu haritalamayı ve zaman çizelgelerini hazırlarken tarihsel olarak hiçbir özgünlüğü veya nedenselliği barındırmıyor. Olduğum yerde seçimlerden dolayı varım. Belki hepsi benim seçimlerim değil; belki de birkaç söz yazarının 40 yıl önce yazdıklarını benim 20 yıl önce birkaç kere dinlemem, onun da birkaç kitabı okumama yol açması, ve onların sonraki 50 kitabın yolunu açması. Her zaman geri dönüşü olmayan noktaları “kuirleşme”den daha uygun bulmuşumdur. Bunun belli dezavantajları olmasına rağmen (kendi içinde kaybolmak, zamanlamada tek başınalık) geri dönüşü olmayana bağlılık, bir şeye bağımlılığı azalttığı ve sessiz yozlaşmayı azalttığı gibi, “post” kavramına daha sağlam bir temel ve anlam katmakta. Belki de kapitalizmin en gelişmiş olduğu alanlar, kendimizi tanımladığımız post-kapitalist biz’de saklıdır.

XIV – Nollendorfplatz (Nollendorf Meydanı)

Yukarıda birçok defa bahsettiğim “geri dönülemez” noktasını seksenler solunun gizli kültürel otoritesinin ve otonom altyapısının vazgeçilirliği dışında ele almamız pek de mümkün değil. En muhafazakar çevrelerde bile özgün, alımlı birinini bulunup solun en radikal tarafına geçmesi için ikna çabaları da buna kanıt sayılabilir. Enteresandır; bütün bu altyapılar, gizli bilgiler veya kültür elçilikleri anaakıma kapılıp eriyip gitmesine rağmen, bu temel ikna çabası radikal solun peşinden seyretmeye devam etti. Hatta radikal azınlıkların en güçlü silahı olmuş ve örgütlü, çoğunlukçu veya ortodoks siyaset yürüten sola karşı en büyük ayrımını göstermiştir (Ne de olsa kapitalizm illetine sadece filmlerden, kitap ve müziklerden bulaşmıyoruz. Bu son 20 yıl artık bize gösterdi ki, bu yapılanmanın fenomenler arası geçişi sağlayan tarihsel bir değeri var. Soğuk savaş sonrası kapitalizmin ürettiği genç kuşak, aşırı eğitim ama azami iş potansiyeli yaratan ve kültür objelerini putlaştıran, metalaşmış sosyal ilişkilerle bezenmiş genç kuşak… Tabii ki bunlar da zaman ve uzamda genellenemiyorlar, orası ayrı.

XV. Brunnen Sokağı (Brunnenstraße)

Kaçışların ve gerekli kışkırtıcı nicelikleri sağlayan kurumların ve bu kurumlardan kaçışın altyapısını oluşturma mevzusu hala duruyor. Radikal politik hareketler ve bu hareketlerin “kendi kültürleri” diye sağladığı şey momentumunu kaybetti. Bir çoğu da sanat alanında dinlenmeyi umuyor. Aynı zamanda sanat alanı dışındaki birçok arkadaşımda, geçmişin patlamaları ve sönümlenmelerine karşın gittikçe sabitleşen ve yeteri kadar engin, zemini sağlam bir sanat nefretini hissedebiliyorum. Bu durumun birçok nedeni olabilir. Muhtemelen sanat tarihinde umursadıkları son şey Situationistler’dir ve sanatın “unqueer” Hegelci yorumuna ve sürdürülebilirliği fazlasıyla sinir bozucu olduğu için yok oluşu fikrine saplanmışlardır. Ya da güncel sanatı, “global kültürel varlık yönetiminin” ön cephesinde emlak ve turizm sektörlerinin kızkardeşi olarak bir başka düşman sektör gibi görürler, ki bu da bütünüyle yanlış değildir. Kaçış eğilimleri saf bir kırgınlık duygusu gibi görünse de, yavaşça çökmekte olan sanatın uluslararası uçuşları, ücretsiz akşam yemekleri ve havaya uçup kaybolan artı değerine baktığımızda bir sorunumuz var gibi görünüyor. Burada kişisel olarak içerlediğim mevzu, durum geri dönülemez bir politik dönüşümü işaret ederken, Alman toplumunun merkezindeki kültürel eşgüdüm sistemi olarak, asıl dönüşüm müzikte ve sanatta gerçekleşiyor. Bir “Leitkultur” olarak müzik, demokratikti. Sanat kolları ise feodaldir. Bir taşra kasabasında okuldan çıktığınızda bile müziğin her türüne hala ulaşabilirdiniz. Sanatsal yapılar ise Berlin’deki sanat öğrencilerinin çoğunun erişimine bile açık değil. Bununla birlikte hızla değişen makro-ekonomik koşullar kralların, koleksiyonerlerin ve galericilerin arkadaş çevresi içerisinde göçmen arayışını gittikçe daha alımlı hale getirirken, devlete ya da onun yok oluşuna bağlı olmak yerine kendisini pek de saklamayan feodalizmin gizli hayranları için durum daha da netleşir.

XVI – Invaliden Caddesi (Invalidenstraße)

Sınırlı bir ölçekte olsa da, sanatsal yapılar son on yılda sadece kendi alanlarında kalmayarak, kendilerine komşu ilgi alanlarında da, özellikle ileri eğitim kurumlarında birçok açılış ve sergi gerçekleştirdiler. İyi ki hala bir bienale katılmak için yüksek lisans sahibi olman gerekmiyor. Öte yandan ilk başta bienallerin, yüksek lisansa katılma sektörüne dönüşmesi bir krizin parlayan belirtileri gibi de görülebilir. Genellikle yayılışını ve kapsamını hızla genişleten bu sistem öyle bir noktaya gelir ki, tüm işlevi radikal olarak açık yapılara hükmederek onların kendisini sönümlemesine neden olur. Bu noktada sanatçı arkadaşlarımın üzerinde gittikçe daha az sanat üretimi ve daha çok küratörlük yapmaları için hissettikleri baskı aslında çok da şaşırtıcı değil. Çünkü küratör olmayı (rol model olarak bir sanatçı figürüne oranla daha arzulanan kişiyi) bu kadar çekici kılan şey, sanatçının iletişim araçlarını kullanmasına kadar indirgenmiş çalışması (Gmail ve Skype’ın oluşumu ve daimi varlığı ile) nadiren de olsa sanatsal bir içeriği de dahil etmek zorunda kalırken; küratör, çalışması sırasında iletişim kurmaktan başka bir şey yapmak zorunda değildir. Böylesine daha az üretip daha çok network kurma tutkusu ideolojik bir çelişki olarak basitçe tanımlanmamalı. Çünkü bu kriz sadece sanat alanında değil, gündelik yaşamın her yerinde yaşanıyor.

XVII – Jandarma Pazarı (Gendarmenmarkt)

Son iki-üç yılın makro-ekonomik ve mikro-ekonomik gelişmelerini, “Post-kapitalist” ya da “kuir” diyebileceğimiz mikro-ekonomik ve mikro-politik stratejileri ve pratikleri toptan yeniden değerlendirilmesi çağrısını görmezden gelmek pek kolay değil. Bildiğimiz kapitalizmin sonunu, sadece çevrede değil, merkezde de, ömrümüzün bir döneminde değil, belk de gelecek on yılda görebileceğimizi fark etmeye başlıyoruz. Ancak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, mevcut finansal sistem için “herkesin algısının ötesinde” bir yerlerde, ortaya çıkacak politik oluşumlar için betimleyici ya da öngörülebilir kavramlar yok. Sermaye en güncel boyutuyla – “batmak için çok büyük” olan borçların ve kurtarma paketlerinin global piramidiyle – birçok ulus-devletin politik egemenliğini sadece sembolik fonksiyonlarına indirirken, “gelişmiş dünyada” ortaya çıkan politik yeniden değerlendirmeler, geleceğin post-kapitalistten ziyade, post-demokratik olacağını öngörüyor. Kolayca yönetilemez olma halinden dolayı ulusal hükümetlerin ve demokratik kurumların azalan etkileri ve varoluşlarını meşrulaştırmakta gittikçe daha çok zorlanmaları iyi bir şey olabilir. Öte yandan global sistemlerin ve şebekelerin gittikçe yaklaşan çöküşü, kuir ya da post-kapitalist öznellikleri baştan sona katmanlaştırıyor. Maddi varoluşları ne kadar kırılgan olsa da, bu öznelliklerin hiçbiri orta sınıf temsiliyetlerinden vazgeçmiş görünmüyorlar. Kapitalizm hala savunucularının bir kısmına minimum refah ve hareket sağlarken, onlar da yıkımı hızlandırmaktansa geciktirmeye yatırım yaparak durumu kurtarmaya çalışıyor. Bunun sonucunda bu merkezci yaklaşım hala dünyayı Avrupa’dan görmeye devam ediyor.

XVIII – Kant Caddesi (Kantstraße)

Biri hala “peki ne yapmak gerekir” diye sorabilir. Kendi zenginliğini başkalarıyla paylaşmayı, bunda bir çıkar görmediği için reddederek varlığını sürdüren bir imparatorluğu yıkamıyorsan, içerdeki sakinlerin yaşamlarını dışardaki nüfus artışından koruyan kale duvarlarında bir çatlak yine de yaratabilirsin. (Avrupalılar aslında Avrupalı olmayanlarla dayanışma adına kendi sınırlarını kınamasalar da uzun vadede bu durum tersine döner. Kale duvarlarının dışında kalanlar affedilme konusunda önceliklidirler. İçerdekilerse değil) Şengen altkıtası vatandaşıysan iki şey yapabilirsin; ikisi de üzerindeki biyopolitik silahı kullanmanı gerektirir: Pasaportunu. Ya – geçici bir perspektif değişimini gerektirse de – evlenirsin, böylece bir başkası da içeri girebilir ya da çıkarsın ve yoldaşlarını terk edersin. Onların biyolojik saatleri ise tedirginlikle ve sabırsızca nüfus bombasının infilak edişini bekler. Kolektif intihar bir yöntem değildir. Eğer Avrupa ile işini bitirmiş, yola koyulmaktaysan, post-kapitalist varlığının şizofrenik mantığına yakalanma tehlikesi hala eli kulağındadır. Bir başka Yunan trajedisi gibi çıkış arayışındasındır. Anti-Ödip hikayeni Anti-Midas olarak tamamlamak içinse bu yolculuğun sonunda nereye gidersen git, dokunduğu her şeyi sonsuza kadar alışveriş bölgesine dönüştüren bir sınıf mensubu olmaman gerekir.

XIX – Rosenthaler Meydanı (Rosenthaler Platz)

Ve sonunda, Guy Debord’un (Hasta Gezegen, 1971) ve Roma Klübü’nün (Büyümenin Sınırları, 1972) pazar ekonomisinin ön cephesine dair yazdıkları raporlardan bugüne baktığımızda; gezegen ölçeğinde hızlanan ekolojik bir felaket üreten kapitalizmin çağının, post-kapitalizmin anlamlı her kavramının içeriğini boşaltmakla tehdit ettiğinin hepimiz farkındaydık. Ekoloji sorununu, son 30 yıldır tekellerine almış olan muhafazakar-ötesi ve sömürge-ötesi hareketlerin “bu gezegeni biz çocuklarımızdan ödünç aldık” cümlesinde aslında bahsedilenin kapitalizmin gelecekteki artı-değerinin sahipleri olan kapitalist elitin çocuklarının gelecekteki kaynaklarının azalması olarak yeniden tarif etmek önemliydi. Ekoloji sorunu öncelikle kirlilik ve atık sorunudur. Bugünün doğal kaynaklarındaki kirlenmenin ve çöpleşmenin her boyutunun aslında en temel kapitalist üretim modelinin bir sonucu olduğunu söylemek de vakit kaybı artık. Bu vakit kaybı sadece çevreyi kirletmiyor, aynı zamanda çöple dolu dünyayı kendi doğal çevresi sayan öznelleşmiş bir form da üretiyor. Arabalar öncelikle karbondiyoksit üreterek değil, yolları ve ayrışmaları üreterek kirliliğe neden oluyor. Ölümcül hastalıklar sadece suyun kirlenmesiyle değil, metalaşmayla da yayılıyor. Emisyon ölçümlerinin çoğu, global pazarda satılan bir ürün olana dek zararsızdı. Bu banallık listesi uzar giderken “ekolojik bilinç” denilen baskın ideoloji, bazı gerçekdışı doğruları ihtiyatlı bir şekilde savunmayı gerektirir. Sera etkisi ya da uyum sağlayanların hayatta kalması gerçeğiyle mücadele, ancak kapitalizmin artıklarını reddetmekle mümkün olabilir.

XX – Birleşmiş Milletler Meydanı (Platz der Vereinten Nationen)

Vatandaşlarının, bir süre sonra çöken havayolları şirketlerindeki yatırımlarını koruma karmaşasına giren Avrupa Birliği’nin beceriksiz finansal kurumlarına kendilerini haraç mezat satmak yerine üç kuruşa balıkçılık yapmayı tercih ettikleri, kıtanın en başta gelen post-kapitalist mikro devletlerden birinin “kül uyarısı” sonucu Avrupa’nın bir volkan bulutu altında kayboluşunu dışardan izlemenin şahane ayrıcalığına sahip olduğum zamanlarda gülmeden edemiyordum.** (Duyduğuma gore Berlin sokaklarında in cin top oynuyormuş. Bir yandan da Berlin’de gökyüzü hiç olmadığı kadar güneşliymiş) Gezegenin durumu, zehir bırakan kapitalist üretimden ya da doğal kaynakları sömüren kapitalist ekolojiden, yani evrendeki kapitalist pazardan yine daha önemli hale gelivermişti. İklim değişikliğinin içinde global ısınmadan ve sık sık uçuş korkusu yaşamaktan, ya da bir çok Avrupalı’nın korkusu olan, Çin’e güya ekoloji dostu yüz milyonlarca araba satamayınca yüz milyonlarca Bangladeşli’nin açlıktan öleceği korkusundan daha çok şey vardı. Ama aralarında hiç kimse tabii ki böyle bir durum üzerinden aslında tüm diğer kapitalist öznelerin hayali ötekileriyle kurduğu ilişkide olduğu gibi işleri gayet yolunda götürdüklerini ve iklimin de her zaman onların hayrına değiştiğini söylemedi.

(Foto: Berlin Duvarı’nın billboard’a dönüşen bölgesi, Dennis Papazian, Berlin, 1990)

* Sebastian Lütgert, yazar, programcı, sanatçı  ve şu çalışmaların ortak kurucularındandır: DaimlerChrysler (1999), Bootlab (2000–), Pirate Cinema (2004–), Amerikanische Botschaft (2005) Wiederaufbau für Kreditanstalt (2007)

** Yazar, İzlanda’da 2010 yılında patlayan Eyjafjallajökull Yanardağı’nın Avrupa hava sahasını külle kapladığı dönemi anlatmaktadır. (ç.n.)

Çeviri: Artıkişler Video Kolektifi