Duygular Sosyolojisi – Towards a Sociology of Affects

Duygular Sosyolojisi

Ulus Baker

Beyin Ekran. Derleyen – Edited by: Ege Berensel, Birikim Yayınları, 2011, sayfa: 42-47.

Scroll down for English version – 

Sosyoloji ve genel olarak sosyal bilimler, özellikle akademik evrimleri boyunca gittikçe bir “kanaatler sosyolojisi” karakte­ri kazanmaya meylettiler. Yani aslında en değişken toplumsal olgulardan olan kanaatlerin bir koleksiyonu, bir filtrelenmesi ve bir özetlenmesi olarak kendi pratiklerini biçimlendirdiler. Bu durum genel olarak beşeri bilimleri, önemli bir episte­molojik problemle karşı karşıya bırakmaktadır: kanaatlerin kanaati olmak ya da daha doğrusu kanaatlerle bilgi arasın­daki en klasik ayrım karşısında, birincisine yönelmek. Böyle­ce en azından olağan bilim olarak sosyoloji bir enformasyon ya da “bilme” türü olmaktan çok, insanlara kendi dünyaları, yaşamları ve amaçları, istekleri ve ihtiyaçları konusunda ne düşündüklerini soran bir araştırma teknolojisi olarak kendini sınırlandırma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Oysa gazeteciliğin ve genel olarak enformasyon medyasının, giderek devletin is­tihbarat aygıtlarının bu pratiği çok daha yetkin ve edimsel bir tarzda yürütebileceği rahatlıkla söylenebilir.

Kanaatler sosyolojisi adını verdiğimiz bu eğilimin karşısına “duygular sosyolojisi” dediğimiz bir öneriyle çıkmayı planlı­yoruz. Walter Benjamin gibi birisinin ya da Georg Simmel’in düşünce ve “aydınlanma/aydınlatma” ritimlerini paylaşmayı umabilecek, özellikle toplumsal tipleri birtakım afektif (duy­gusal) var olma halleriyle açığa çıkarmaya çalışacak bir sos­yal bilim günümüzde hangi koşullarda mümkündür ve hangi türden saiklerle inşa edilebilir? Günümüzün olağan akademik ortamında sosyal bilimler esas olarak şu soruyu ortaya at­manın ötesine pek geçemiyorlar: insanlara yöneltilen kanaat soruları (pozitivizm ve düz ampirisizm), metinlere yöneltilen sorgulamalar (hermenötik ve dekonstrüksiyon) ya da değiş­mez unsurların yapılarının (sözgelimi zihinsel yapıların) araş­tırılması ve kurucu unsurlarının değişmezler halinde tespiti (yapısalcılık ve işlevselcilik). Daha da ilginci esas işlevinin “düşünceyi dürtmek” olduğuna inandığımız felsefenin de bu yola kolayca girmiş olması ve sosyal bilimlere bir “kanaatler epistemolojisi” kazandırmak üzere normatif eksenler üzerin­de hareket etmeye başlamasıdır: Habermas ve onun “iletişim faaliyeti teorisi” bunun en iyi örneklerinden biridir.

Günümüzde kanaatlerin “düşüncelerden” daha değerli ol­maya başladığı açık: Düşünce bir insan faaliyeti olarak kabul görmeye Descartes’ın Cogito’suyla başladı. Yani Platonik ide­aların bizdeki soluk yansıması değildi artık; bizzat bireysel, kişisel insan faaliyetiydi ve bu faaliyet engellenebiliyordu. Kartezyen imajı altında “düşünmek” bu yüzden artık haklarını ve özgürlüklerini talep edebilecekti. Ama aynı “hukuki edim” sayesinde kanaatler de yani eskilerin bilgi (episteme) karşı­sında aşağı veya geçici gördükleri “doxa” da özgürlük talep­lerini ileri sürebilir hale gelmiştir. Yine de artık Marx’ın, “Bir halkın, bir çağın ya da bir uygarlığın ne olduğunu anlamak için ona kendisi hakkında ne düşündüğünü sormayız” türün­den bir önermesinden oldukça uzaklaşmış bir haldeyiz. Din­sel akımlar bile kendilerini olsa olsa “kanaatler arasında bir kanaat” olarak sunmaya meylediyorlar ve zaten modernlik dediğimiz şeyin temel karakteristiği de kanaatlerin ve görüş bildirimlerinin aşırı bir önem kazanmasından başka bir şey değildir. Eskiden kendisini “hakikat” olarak sunan bir söylem şimdi artık kanaatler arasında yarışım sürdürmeye çalışan bir kanaat haline geliyor.

Marx’ın yukarıda andığımız sözünden bu yana ne olup bitti? Her şeyden önce kanaatler, duygular arasında birer duygu ol­mayı bırakarak, nihai bilişsel unsurlar olarak kabul edilmeye başladılar. Modern toplumun en demokratik kıstası kanaatle­rin doğru tasnifi ve birbirleriyle yarıştırılarak bazı politik, eko­nomik, kültürel faaliyetlerin normatifliğe kavuşturulmasıdır. Kamuoyu araştırmalarıyla demokratik seçimler arasındaki farkın ya da mesafenin ortadan kalkması bunun delillerinden yalnızca biridir. Konumuz açısından önemli olduğunu düşün­düğüm bir nokta bu durumun sosyal bilim araştırmalarında artık genel geçer bir hale gelmiş olmasıdır. Kanaatlerin karar­sız olma, kolay ya da zor ama yine de “değişebilir” ve dola­yısıyla “manipüle edilebilir” olma özelliği onları, “düşünme” adını verebileceğimiz insan faaliyetinden doğa bakımından farklı kılmaktadır. Kanaatlerin eksenine yerleştikleri ölçüde sosyal bilimler düşünmekten çok, kanaatlerin kanaati olmak­la kalmak eğilimindedirler. Böylece kanaatler bir “düzleştir­me mantığıyla” çalışırlar: mesela bir insanın kendi varoluş koşulları hakkındaki kanaati, bu koşulların tespitinden daha derin bir realiteymiş gibi görünecektir. Belki sosyal bilimlerin genel tavrının bir “demokratizasyonu” diye alkışlanabilecek olan böyle bir bakış açısı aslında çok önemli bir sorunu göz ardı etmektedir: bir insanı en iyi tanıyanın yine kendisi olaca­ğına dair temel bir önyargı…

Oysa insanı toplumsal bir varlık olarak tanıyanlar daha çok onun sürekli etkileşim içinde olduğu sosyal dünyası ve “öteki­lerdir”. Hiç değilse onu “adlandırırlar” ve insanlığı “sosyal tip­ler” halinde etiketlendirmekten bir an olsun geri durmazlar. Hermenötik geleneğe yaslanan sosyal bilim bile “anlamayı” birinin kendi hakkındaki tasavvuruna eş düşen bir tasavvura sahip olmak olarak tanımlamakla aslında “kanaatler sosyo­lojisinin” söz konusu epistemolojik tuzağına düşmektedir. On dokuzuncu yüzyılda sosyal bilimlerin oluşum aşamasında en can alıcı unsur olan “sosyal tipler yaratma” yetisi bu çerçeve­de sosyal bilimler pratiğini giderek terk etmektedir. Katego­riler artık Kant’ın istediği gibi “evrensel” ve “zorunlu”durlar ama Kant’ın asla istemeyeceği bir şekilde artık belli tiplere ancak “bol gelen kavramlar” halinde uygulanabilirler. Bu du­rum moderniteye özgü toplumsal tiplerin yitip gittikleri ve toplumun tipolojik olarak düzleştiği bir toplumsal yapıya mı delalet ediyor, yoksa bizzat sosyal bilimler bu yeteneklerini yitirdiler; bu apayrı ve burada cevap bulmaya çalışmayaca­ğımız bir sorudur. Biliyoruz ki toplumsal tipleri sadece sos­yal bilimlere ve Simmel’in toplumsal tipler galerisine borçlu değiliz; edebiyat, sonra da sinema toplumsal tipler üretip durdular ve artık, en az sosyal bilimler kadar, bu yetilerini kaybetme eğilimindeler. Doğrudan doğruya toplumsal tipler üstünde durmasa bile, duygular sosyolojisi ikili bir deneyim olmalıdır: birincisi bizi edebiyata, özellikle romana doğru taşırken ikincisi bizi sinemaya götürür; özellikle bugün dar bir terimle “belgesel” adını verdiğimiz film tipine. Ancak üçüncü ve daha temel nitelikli bir boyut da elbette Spinoza’nın son derecede derin “duygular teorisi” olacaktır. Tabii ki her şey toplumsal hayat içinde imajların, kanaatlerin ve düşüncele­rin aslında bir etkilenmeler ve duygulanmalar süreci içinde anlam kazanabileceği fikrine götürüyor bizi.

Sinemanın dünyasıyla karşılaştığımız andan itibaren temel bir gözlemde bulunmaktan da kaçınamayız: sosyoloji, gösterge­bilim, sanat tarihi hatta psikanaliz sinemayı “analiz” etmeye cesaret eden temel insan bilimleri olarak kendilerini sundu­lar. Ancak bu sinemanın da bizzat “analiz” edebileceği fikri­nin belli bir oranda hor görülmesi demekti. Tıpkı Simmel’in ünlü toplumsal tiplerinden “yabancı” kategorisinin doğrudan Western filmin ana tematiklerinden birisi olması gibi. Üstelik sinema, Dziga Vertov’un ona yüklediği daha ilginç bir işleve de sahip olabilir: görünmeyeni görülebilir kılmak. Sonuçta günümüzün pedagojisi metinden çok görsel-işitsel malze­me üzerine dayanma eğiliminde. Başka bir deyişle, genel bir gözlem insanoğlunun giderek daha az okuduğunu, daha çok “seyrettiğini” ve bunu ne yazık ki popüler bir eğlenti sinema­sıyla ve televizyonla gerçekleştirmek zorunda kaldığını göste­rebilir. Metinler ve kanaatler arasında kaldıkça sosyal bilimler günümüzün yaşam koşullarının çok önemli bir boyutundan kendilerini yoksun bırakmış gibiler. Görselliğin taşıyabileceği enformasyon miktarından.

Oldukça dikkat çekici bir nokta, sosyal bilimlerde etkin olan bir “felsefi-teorik” sorgunun belgesel adını verdiğimiz (ama zorunlu olarak belgeselle sınırlı kalmaması gereken) bir fil­mografi alanında pek bulunmaması, buna karşın, belgesel filmcilerin, genellikle kullandıkları görsel-işitsel ortamın en­formatik gücü yüzünden edinmiş göründükleri, biraz da naif bir etik sorgulamanın sosyal bilimlerin pratiğinde pek ender olarak görünmesidir. Bu durum “duygular sosyolojisinin” “belgesel” film ortamıyla “duyguların imajlarını oluşturma­ya” çabalayacak sosyal bilim ortamının bir barışmasını, bir evliliğini imliyor gibidir. Gerçekten de diyelim ki “yoksulluk” üstüne bir araştırmada, bir kamera yoksulluğun “imajlarını” tespit ederek kurgulayabilir ve bunu “çevreyi”, “mekânı” ve “zamanı” görüntü haline getirerek yapar. Bu imajların tasni­fine, yani “düşünülmesine” sinemanın pek erken bir dönem­den beri taktığı bir ad var: montaj. Jean-Luc Godard mon­tajın, modern hayatın esası olduğunu söylüyordu: hayatımız, kentlerimiz, sınai üretimimiz, edebiyatımız, her şey modern hayatta ve ileri kapitalizmde montajdan başka bir şey değil­dir. Ama montaj en saf haliyle sinemada bulunur. Yani onun esası ve özüdür. Oysa ki sinema kendi özü olan montajı, başka bir deyişle modern dünyayı kavrayabilme konusundaki biricik ve temel şansını televizyon yararına çoktandır terk etmiştir.

Böylece montaj sinemanın ötesinde daha derin bir mefhum olarak düşünülmeli. Montaj, yalnızca filmde değil, her alanda modernliğin (ya da diyelim modernlik sonrasının) temel dü­şünme biçimi ve tarzıdır. Başka bir deyişle, nasıl sosyal bilimci araştırma verilerinin tasnifini yapıyor, ilişkilerini oluşturuyor ve birtakım sonuçlara varıyorsa filmci de montaj aracılığıyla varoluşun bir imajını oluşturacaktır. Bu noktada sanatla bilim arasındaki ayrımın keskinliği ortadan kalkarak her ikisi eş tit­reşime sokulabilir. Bu tezdeki amacımız da zaten bu eş titre­şimin bir tür projelendirme önerisinden ibaret. Bir duygular sosyolojisi ağırlıkla “imajlar üretebilme” kapasitesine tekabül etmektedir. Bunu Simmel dönemine ve onun toplumsal tiple­rine dönüş olarak düşünemeyiz ancak sosyal hayatın imajları­nın tasnifi, metinsel araçlarla yeterince yapılamayacağından, sosyal bilimlerle görsel, işitsel araçların bir evliliği esaslı bir önem kazanıyor. Henüz sığ bir alanda seyrettiği gözlemlene­bilecek olan “anlatısal tarih” açılımlardan yalnızca biri olabi­lir. Ancak bunun da ötesine geçerek hayatın akışının genel bir görsel-işitsel tasnifinin montaja yani düşünme sürecine her an açık bir “duygular alanı” haline dönüştürülmesi, başlan­gıçta mutlak olarak bölük pörçük kalsa bile temel bir önerme olarak ortaya atılabilir.

*****************************

Towards a Sociology of Affects

Ulus Baker

Our first thesis for the possibility of a ‘sociology of affects’ is that the creation of social types and landscapes is essential to any renovative effort in sociology: we don’t mean by this that this should simply be the ‘landscape’ of late nineteenth century Europe, since it has already passed and our landsca­pes and milieus are now quite different. We are only insisting upon the strong connections between ‘affects’ and the pos­sibility to visualize them in concrete life situations (and this is why we will pretend to go beyond simply illustrative ‘visual sociology’, to reach what we may call ‘documentary’). The so­ciology of opinions generally distrusts the ‘visual’, forcing it to obey the ‘text’ and ‘commentary’, and pretends to be the only analytical power to be capable to study this huge world of ‘images’, which is co-extensive with modernity since the invention of photography.

Not only for methodological but also for pedagogic purpo­ses, we are intending to put a sociology of affects in parallel to ‘documentary’ filming, the former lacking ‘images’ and the latter, generally, some theoretical awareness. This is peda­gogically important since everyone can observe how each new generation ‘thinks’ with images more than with ‘texts’, and how powerful are today’s technologies of images.

As we learn from Spinoza, images never cease to create and represents affects. We should not wait for Hegel to unders­tand how images and passions overwhelmed entire historical periods. A long history of iconography involves political acts such as ‘iconoclasm’, and no social event could pass without inscribing ‘images’. As Nietzsche put it, the typical reaction of people to an innovator, for example a scientist, is somet­hing like ‘show it to us in images’. Imagination, a faculty so long admitted with contempt, tends to become necessary for creation in modern times. This also means that the ‘image of thinking’ also has been transformed: for the Greeks, up to Medieval times, ‘thinking’ was the reflection of ‘ideas’, so­mewhere immutably located in the Heavens, in our poor min­ds. In modern times, ‘thinking’ is a human activity, at least since the Cogito of Descartes, and it generally operates as a power which enters into collective circuits, transgressing cerebral boundaries of the subject, stimulating, inciting, pul­sating other ideas, constituting social events.

We know that the old Greek opposition between ‘doxa’ (opi­nion) and ‘episteme’ (knowledge) can and should no longer be revived. Knowledge tends to become more and more ‘pragmatic’ and this, not without risks: the actual difficulty of properly discerning between ‘knowledge’ and ‘information’ is a characteristic of our times, and we can no longer revive such old distinctions unless they serve to this thoughtful sti­mulation of ideas and of the new. It is necessary, then, we pass from Spinoza’s philosophy, a philosophy of the future, we think, rather than a philosophy of the past, especially to reformulate this modern ‘image of thinking’. This is because, for Spinoza thinking and knowing were nothing but affections of a body-mind continuum, suggesting that they were also social and historical…

Thus, our thesis will summarily proceed as follows:

(1) Sociology tends to become a ‘sociology of opinions’, a collection and filtering, summarizing of opinions, which are the most unstable social eventualities. This imposes a funda­mental epistemological problem an opinion (not knowledge, nor even information) of opinions’. Journalism and video ar­chives can do this much more easily, and are already doing it better.

(2) We are suggesting a ‘sociology of affects’, which, we be­lieve was already present in the insightful and ‘illuminative’ (Walter Benjamin) period of birth of human sciences, coup­led with the creation of ‘social types’ (Georg Simmel). Eit­her the modern conditions of life or an endemic incapacity of the way in which social sciences are practised in today’s academic settings and conceptions or both make it difficult the characterization of ‘social types’, as affective entities. Thus we can no longer do the same like the so-called ‘foun­ding-fathers’, but only rely upon their work here Simmel and Tarde in particular to get clues for having ‘social insights’ into social phenomena…

(3) This sociology of affects should be a twofold experience: an encounter with the cinema, especially but not exclusively ‘documentary film’ and with Spinoza’s profound understan­ding of human affects, and of the role of passions and images in social life.

(4) The encounter with cinema presupposes an observation: until recent past, sociology, semiology and history of arts could pretend to ‘analyze’ cinema as an ambiguous part of aesthetic culture. Now, as Reda Bensmaia puts it, it is cine­ma which tends to become capable to ‘analyze’ everything, including sociology… Or we believe, this is not a new pheno­menon or a turning point (Bensmaia). Cinematography is not a text, but it is a way of analyzing social phenomena (Vertov), of making visible the invisible (Jean-Luc Godard).

(5) Social sciences today are much more habituated to the manipulation of texts (‘readings’, intertextuality, dialogism, structuralism, deconstruction, hermeneutics, etc.). The­se are quite powerful ‘tools’ and we can never oppose, but only use them mercifully. Yet, the shadow of ‘opinion’ con­taminates these intentions, transforming them to an almost plethoric accumulation of a ceaseless continuum of interpre­tations. Even when one criticizes the ‘positivistic method’, a Derrida reader and interpreter now, in (especially American) academy, is working now under the assumption of a ‘positi­vism of texts and readings’. And the Verstehen approach too, in spite of many successes, never ceases to be an ‘opinion of opinions’, this time taken in their uniqueness, and not in mass…

(6) We will suggest an ‘archival’ mode of sociological presen­tation, including the visual, the text as signs, and to develop, in the combined domains of sociology and the documentary film (not only a ‘collaboration’ or ‘illustrative help’), a monta­ge-thought which we believe was inherent in cinematography but not in the textual mode of representation. And this, we hope that will have many important pedagogical consequen­ces. Perhaps the most important book of sociology ever writ­ten, the Sociological Imagination of C. Wright Mills should be rewritten, taking into consideration not only the ‘opinions’, but the concrete life experiences visualized as affects.

(7) Last but not least, everything which happen today in the domain of life-experiences, wars passing into images (the te­levision), the rapid explosion of the means of communicati­on (up to the Internet), show that we are now in a phase of transition into an age of ‘images’, no longer restrained in the ‘representational images’ (graphics, painting, iconography), nor merely to ‘technical-images’ (of Vilém Flusser) –which are photography and cinema)… We are inscribed now to a kind of new image, with video and electronic images, which we would like to call as ‘thought-images’, which were imma­terial in the past, becoming now somehow materialized as substitutes for what we were calling in the past as ‘knowle­dge’ or ‘information’. Actually, this is merely the place where our thesis should leave the reader.

Leave a Comment