GerideKalanlar 9 – Yüzün Etiği

Pelin Tan –

Mardin’de müşterek pratikler, öteki pedagojiler

Scroll Down for English

1990’larda İstanbul’un bazı kent merkezleri göçmenler, kayıt dışı olanlar ve mülteciler için Avrupa yolculuklarından önce önemli birer duraktı. Bunlardan biri olan Tarlabaşı, özellikle Anadolu’dan zorunlu göçe tabi tutulan Kürt aileler, güvencesiz iş koşullarında çalışmak üzere Karadeniz bölgesinden gelen işçiler ve diğer sigortasız yurttaşların yoğun olarak yaşadığı bir yerleşim bölgesiydi. Afrikalı mülteciler ve kayıt dışılar ise bu bölgede kiraladıkları bir apartman dairesinin küçük odalarında sıkışmış bir halde birden fazla aileyle aynı odayı paylaşıyor, kadınlar emek sömürüsünün yüksek olduğu tekstil atölyelerinde kayıt dışı çalışıyorlardı. Hastanelerin mültecilerin tedavisini reddetmesi, siyahi kadınların sokakta tacize uğraması ve herhangi bir durumda toplumun mültecileri suçlu bulması kanıksanmış sosyal vakalardı. Türkiye’de henüz resmi mülteci kampları açılmamıştı ve bütün kayıt dışı insanlar, insan kaçakçıları aracılığıyla Bulgaristan ya da Patras’daki (Yunanistan) kamplara gitmeye çalışıyorlardı. Afrikalı mülteciler İstanbul’daki kent mekanlarının hayalettleri idiler; görünmezdiler. Bir keresinde içlerinden birisi bana Tarlabaşı’nın bir mülteci kampı, görünmez duvarlarla kuşatılmış bir getto olduğunu ve orada olduğu için kendini mutlu hissettiğini söylemişti.

Tarih 2014; Geceyarısı, Antakya’dan kalkan Cizre-Nusaybin gece otobüsündeyim. Beş çıplak ayaklı Suriyeli kadın, farklı yaşlardan on çocukla otobüse yetişmek için koşuyorlar. Saldırı altındaki Humus’tan kaçıp Antakya sınırını geçmişler; belki Nusaybin kampı onlara ev sahipliği yapacak.

Tarih 2015; 17 yaşındaki Suriyeli mülteci Muhammed, Mardin il sınırından Suriye’ye sınırdışı edilmeden önce iki günlüğüne yatacak bir yer bulmak için beni fakülteme kadar takip ediyor. Mardin Göç İdaresi’nin çaresiz müdürü yeni gelenlerle birlikte aşırı iş yükü altında ve bu genç adamı nerede ağırlayacağı hakkında bir fikri yok. Muhammed, Humus’tan kaçmayı başarıp Antakya sınırı yoluyla Türkiye’ye geçerek Taksim Meydanı’nda iş aradığı İstanbul’dan henüz döndü. Suriye’deki ailesi onun güvende olacağı ve eğitimine devam edeceği umudunu taşıyor. İş bulamadığı için Suriye’ye, Mardin Şenyuva kapısından çıkışını yapacak ve Suriye ordusuna katılacak çünkü Suriye’de hayatta kalmasının tek yolu bu. O sıralarda bir mimarlık öğrencimin ailesi İzmir’den Sakız Adası’na insan tacirleri ile anlaşarak kaçmayı planlıyorlar.

18 Mart tarihli AB-Türkiye Anlaşması mültecilerin ve göçmenlerin Avrupa’ya girişlerini önleme amacını taşıyor ve Yunanistan’ın sınırından giren herkesi Türkiye’ye geri yollaması bekleniyor. AB’nin bunun karşılığında mültecilerin ve göçmenlerin şartlarını iyileştirmek için Türkiye’ye üç milyon Euro vereceği konuşuluyor. Anlaşma ayrıca Türkiye ve Yunanistan’ı bu insanlık felaketinin etkisini azaltacak tampon bölgeler olarak tanımlıyor. Sözde insanlık kurtuluyor, kaçıyor ve hayatta kalıyor. Bölgeden bölgeye dokunarak, akışkan sınırlardan sürüklenerek, geçmişi terkederek, “yaklaşan” bir ikametgahı ortaya çıkararak.

Şu anda Türkiye’de 2,715,789 kayıtlı Suriyeli mülteci ve AFAD tarafından inşa edilmiş 25 organize kamp bulunmaktadır. Bu kampların büyük çoğunluğu 2012 ve 2013 yıllarında inşa edilmiştir. Diğer kamp örnekleri dayanışma grupları ve yerel yönetim kurulları tarafından yönetilen, kendiliğinden örgütlenmiş geçici yerleşkelerdir. 2013-2014’te Şengal ve Kobane’den Türkiye’ye kaçan Ezidi topluluklarına yönelik geçici çadır kampları, ağırlıklı olarak mevcut binalarda kurulan veya Mardin ve Suruç civarındaki ilçelerde kendiliğinden ortaya çıkan çadır kamplardı. Bu yerleşkelere insani yardım ve dayanışma amacıyla başta bölgedeki Kürt belediyeler olmak üzere dayanışma grupları ve pek çok uluslararası sivil toplum kuruluşu destek verdi. Mültecilerin pek çoğu kendi aşiretleri ve aileleri etrafında örgütlenmişti ve müşterekleşme pratiklerinin ihtiyaçlarına göre geçici tasarım çözümleri yaratıyorlardı. Örneğin, Mardin’in yakın zamanda inşa edilmiş yerel otogarı, belediye ve dayanışma örgütleri tarafından yeniden organize edilerek Şengal’den gelen 600 civarında mülteciye ev sahipliği yaptı. Kampın mutfağı topluluğun lider ailesinin gençleri tarafından çalıştırıldı. Gönüllü yerel öğretmenler Mardin’den gelen büyük çadır okulda eğitimin sürmesini sağladılar. Geçici ikametlerle böylesi bir yaşam biçimini yaratmak müşterek pratiklere dair farklı öz örgütlenme modellerine de imkan sağlıyor. Pek çok göçmen boş bir binayı işgal ederek ya da kendi imkanlarıyla barınarak ilçede yaşıyor. Bazı yurttaşlar kendi evlerini onlara açarak yardım ediyor. Örneğin, Mardin’in kamusal alanında küçük aşevi, ikinci el giysi ve diğer ihtiyaçların bulunduğu bir nokta haline gelmiştir ve buna benzer pek çok dayanışma amaçlı taban örgütlenmesi mevcuttur. Bu tip pratikleri “altyapı” olarak adlandırıyorum: müşterekleri harekete geçiren bir altyapı.

Başka bir sınır altyapısı da diğer pedagojileri müşterekler olarak ele alan bir bilgi paylaşım platformu olarak Sessiz Üniversite’dir .[1] Burası, ikamet statüleri yüzünden bilgi ve becerilerini paylaşamayan akademisyenlerin, diplomaları tanınmadığı veya başka bir nedenle akademiye yeniden dahil olamadıkları için bir araya gelen otonom bir bilgi paylaşım platformudur. Sessiz Üniversite’de eğitmen, sanatçı, danışman ve araştırmacı olan mülteciler, sığınmacılar ve göçmenler tarafından veya onlara yönelik olarak kurslar ve anahtar konulara dair spesifik araştırmaların yanı sıra, mülteci veya sığınmacı olmanın ne anlama geldiğine dair kişisel izlenimler gibi farklı yollardan bu platforma katkıda bulunurlar. Avrupa’da Sessiz Üniversite’nin şubesleri farklı inisiyatifler tarafından kuruldu. Şu anda Amman, Atina ve Midilli şubelerini oradaki yerel aktivist ve sanatçılarla başlatmaya çalışıyor. Böylesi zorunlu ve acil şartlar altında mültecilerin durumuna ve ihtiyaçlarına odaklanmanın daha öncelikli olduğunu düşünüyoruz. Ayrıca Sessiz Üniversite’nin Atina ve Midilli Adası’ndaki mülteci merkezlerinde yürüttüğü bazı toplantılarda, mültecilerin seslerini duyurabilmeleri için böyle farklı platformlara ihtiyaç olduğu kanıtlandı. Örneğin, Aralık 2015’te Atina’daki Steki mülteci merkezinde organize edilen meclise, Midilli’den henüz gelmiş olan ve insan kaçakçılarıyla İsviçre’ye gitmek için pazarlık yapan bir mülteci çift kısa süreliğine de olsa katılmak istediğini belirtmişti.

Gündelik hayat deneyimlerimiz, mülteci birliğine dahil oluşumuz ve alanların çelişkisi mekânsal kozmosumuzu etkiliyor. Bugün ve yarın; pedagojilerimiz dönüşecek, sığınağımızın anlamı değişecek, hareketlerimiz bütünleşecek; kolektiften bitimsiz yekvücut olmaya doğru gideceğiz. Yüzün etiğini kurmak ve korumak sadece “öteki” üzerinden geçmeyecek ya da deneyimleymeyeceğiz; ben ve öteki aynı öznenin parçaları haline geleceğiz.

“Ötekinin aşırı güvencesizliği olarak yüz. Ötekinin farkındalığı olarak barış.” Levinas.[2]

İngilizce’den Çeviri: Başak Altın

 

The Ethics of Face

Pelin Tan 

In the 1990s, some of the urban centers of Istanbul were passages for migrants, undocumented and refugees. Especially, Tarlabaşı district, which was basically home for other Kurdish families of forced migrants from Anatolia, workers from Black Sea region and other precarious citizens who were under unsecure work conditions. African refugees and undocumented were living there generally in one flat as few families squeezed in small rooms. Women were working under illegal conditions of textile workshops where under a high labour exploration. Denying refugee patients in hospitals, harassing black women in public space and marking those refugees as criminal by public were common social cases in the streets. Official refugee camps did not exist that time in Turkey and all undocumented people were trying to go to a camp in Bulgaria or Patras (Greece) through human smugglers. African refugees were invisible in urban places in Istanbul. Once, one of them told me that Tarlabaşı is a refugee camp, a ghetto that is enclaved with invisible walls and he was feeling happy to be there.

It is 2014;It is midnight, I am getting the night bus of Cizre-Nusaybin from Antioch. Five barefoot Syrian women are running with ten different age children, catching the bus. They did run out from Homs under attack and crossed the border to Antioch; maybe Nusaybin camp will host them. It is 2015, a 17 year old Syrian refugee named Mohammed follows me to my department at the university to find a sleeping place for two days before he will be deported to Syria from the border of the Mardin city region. The helpless director of Mardin’s foreign migrant station is overloaded with new arrivals and has no idea where he can host this young man. Mohammed just came from Istanbul where he searched for a job in Taksim Square after managing to escape from Homs by entering Turkey via the Antioch border. His family is in Syria hoping he will be safe and can continue his studies. Now he will be returned to Syria to join the military as a soldier, since this will be his only way of surviving in Syria.Meanwhile, the family of my architecture student plans to take the boat from İzmir to Chios. The 18 March EU-Turkey Agreement seeks to prevent the entry of refugees and migrant to Europe; at the moment it is expected that Greece will send anyone who enters back to Turkey. The EU intends to pay three billion Euros to Turkey in order to improve conditions for refugees and migrants. The agreement also defines Turkey and Greece as the buffer zones for absorbing the humanitarian disaster. The human is escaping, running and surviving. Touching from territory to territory; drifting from fluid borders, leaving the past, carving for the “coming” dwelling. Currently, there are 2,715,789 numbers of registered Syrian refugees in Turkey and 25 camps organized, built by AFAD. These camps are mostly constructed in 2012 and 2013. Other examples of forms of camps are self-organized temporary dwellings that are managed by local solidarity groups and local administration bodies.In 2013 – 2014, temporary tent camps for Ezidi communities whom escaped from Shengal and Kobéne to Turkey were mostly placed in existing buildings or in self-initiated tent camps around the towns of Mardin and Suruç. The actors were the recent Kurdish municipalities, solidarity groups and several international NGOs intervene such dwellings through politics of humanitarian aid and solidarity discourses. Most refugees were self-organized around their tribes and families andwere creating ad-hoc design solution according to commoning practices. For example, the newly designed local bus station of Mardin hosted around 600 hundreds refugees from Shengal which was managed by the municipality and solidarity organization. The kitchen of the camp was run by the youth of the leader family of the community. Local voluntary teachers ran school made of a big tent from Mardin. Creating such a life form through everyday temporary dwelling widens up several self-organized modalities as practice of commons. Many migrants live in the town either they occupy empty building or shelter themselves. Some citizens help them to offer their house. For example, many solidarity grassroots exist in ta he public space of Mardin as form of little food place, places to find recycled clothes and other needs. I call such practices as “infrastructure”: infrastructure that operatesthe commons.

As another border infrastructure is The Silent University[1], which is a knowledge exchange platform of thinking of other pedagogies as commons. It is an autonomous platform of exchange where the teachers are academics, who can’t share their knowledge and skills due to their status of residence, because their degrees are not recognized or for other reason they can’t regain access to academia. An autonomous knowledge exchange platform by and for refugees, asylum seekers and migrants who as lecturers, consultants and research fellows contribute to the program in different ways – by course development, specific research on key themes as well as personal reflections on what it means to be a refugee and asylum seeker. There are few established branches of SU in Europe and we trying to initiate with the local activists and artists other SU in Amman, Athens and Lesvos. Most often we think in such an urgent and emergency condition refugees have more priorities upon their arrival or on their way. However, in the some assemblies that SU conducted in Athens and Lesvos refugee centers proved that refugees needs a modality of platform to voice themselves in different form like SU. In our Athens assembly in December 2015 at Steki refugee center; a refugee couple that just arrived from Lesvos and were negotiating with human smugglers in order to move Switzerland told us to participate in our assembly in such a short time.

Our everyday life experiences and involvement of refugeehood and conflict territories influences our constellation of cosmos. Our pedagogies will transform, the meaning of our shelter will change, our movements will get embedded, collectiveness to endless corporality.

“The face as the extreme precariousness of the other. Peace as awakeness to the other” Levinas.[2]

[1]Initiated by artist Ahmet Öğüt. http://thesilentuniversity.org

[2]p.24 Emmanuel Levinas and Richard Kearney, “Dialogue with Emmanuel Levinas,” Face to Face with Levinas, Albany, SUNY Press, 1986.