İstanbul’un Artığı’na Başlarken

Artıkişler Kolektifi – 1 Nisan 2014 //

İstanbul’da kişi başına günde 1 kilodan fazla atık düşüyor. Bu şehirde her gün yaklaşık 20 bin ton atık üretiyoruz. Bu atıkların geri dönüşebilenleri de zamanla yeniden atığa dönüşüyor. Bitmeyen bir döngünün içinde işlenmiş maddeler hammadeye, hammaddeler yeniden işlenmiş maddelere dönüşürken şehirli, kendi atığı ile bu şehirde istemese de iz bırakıyor.
Bu rakamların insanı kendisi ile yüzleştiren ve tedirgin eden özelliği ne kadar gerçekçi? Aslında bir anda hepimizi çevreci yapan, çöpümüzü evde ayrıştıran bu algı patlaması neyi ifade ediyor? Sanem Yardımcı bir makalesinde Zizek’in “ekoloji toplumların yeni afyonudur” sözünü yorumlarken bu “aydınlanmayı” şöyle anlatıyor:
…Slavoj Zizek, bir yazısında ekolojiyi, kitlelerin yeni afyonu olarak, küresel kapitalizmin hâkim ideolojisi olma yolunda ideal bir aday olarak değerlendirir. Zizek, küresel kapitalizmin terör korkusu ekseninde yarattığı güvensizlik ortamı ile ekolojistlerin dünyanın bir felaket sonucunda yok olacağı korkusundan beslenen, değişim, gelişme ve ilerlemeye karşı güvensizlikleri arasında paralellik kurar. Ona göre ekoloji de tıpkı din gibi, hikmetinden sual olunmaz bir otorite oluşturur, yani doğayı kutsallaştırır, onu “bütünüyle kavranamazmış gibi, içinde daima bir gizem saklıymış gibi, güvendiğimiz ve baskı altına alamayacağımız bir güç gibi” kavramsallaştırır. (…) Çevreciliğin kapıdan kovduğu siyaset, bacadan egemen siyaset algısı şeklinde geri döner, küresel kapitalizmin güvensizlik ortamı ile felaket senaryolarının birleşmesinden adeta yeni bir din yaratır. (1)

Bu paragrafın gündelik hayatta karşılığı Ümraniye’de atık kağıtları toplayarak geçimini sağlayan bir toplayıcıya mahallelinin verdiği cevapta gizli: “Biz kağıtları size vermeyeceğiz, belediyenin şirketine vereceğiz, onlar kağıdı geri dönüştürüyor.”Gülerek devam ediyordu Metin mahalleliyle konuşmalarını özetlerken: “Sanki biz kağıtları Paris’e gönderiyoruz, e aynı fabrikaya gidiyor kağıt abi! Parayla alayım diyorum, yine kabul etmiyorlar.” Masada bir diğer toplayıcı lafa giriyor: “Sakın tipinden dolayı kağıdı sana vermemiş olmasınlar?” Masayı sessiz gülümsemeler dolduruyor bu söze cevap olarak. “Geri Dönüşüm” sözü çeşitlenerek, alaylı bir ifadeyle tekrarlanıyor bir süre. Biri birden mevzuya giriyor: “Abi şimdi bu seçimleri CHP, MHP kazanırsa bizi burdan sürerler mi dersin? Bak Ahmet daha çocuk yaşında sayılır, babası sakat, yürüyemiyor, Siverek’te iş yok güç yok, kalkmış buralara kadar gelmiş. Çöpten kağıt toplayarak 10 kişiye bakıyor bu çocuk.”

Tekrar baştan alalım: İstanbul’da kişi başına günde 1 kilodan fazla atık düşüyor. Bu şehirde her gün yaklaşık 20 bin ton atık üretiyoruz. Bu atıkların geri dönüşebilenleri de zamanla yeniden atığa dönüşüyor.

Beyoğlu’nda bir ardiyede işlerin artık eskisi gibi olmadığını anlatıyor toplayıcılar. Eskiden (2000’lerin başında) belediye ardiyelerin elektriğini ödermiş. Çünkü belediyenin işini önemli ölçüde kolaylaştırıyormuş toplayıcılar. Şimdi belediyenin logosuyla dolaşan araçlar Beyoğlu’ndaki neredeyse tüm işyerlerine “nitelikli atık poşeti” dağıtıp işyeri çalışanlarının toplayıcılara atık kağıt vermemelerini tembihliyormuş. “Bir ara ‘bu işi yapmak yasak’ diyerek arabalarımızı da alıyorlardı, şimdi almıyorlar. Ama bu kez de kağıt aldığımız yerlere ‘kağıdı onlara vermeyin’ diye tembihliyorlar. İşler iyice azaldı bu yüzden.” Bir diğer toplayıcı söze giriyor: “İşler azaldı ama toplayanların sayısı da arttı, her gün de artıyor.” Bir başkası sözü dolandırmadan cümleye başlıyor: “ Bu Suriyeliler mahvetti bizi abi ya. Kağıdı değil, çöpün tamamını alıyorlar! Ne işleri var bunların İstanbul’da, Beyoğlu’nda? Hatay’da, Urfa’da bir sürü kamp var, İstanbul’un göbeğine niye getiriyorlar?”

Konu dönüp dolaşıp bu kez de, “peki bizim elimizde kameralarla burada ne işimiz var?” mevzusuna geliyor. Dilimiz döndüğünce anlatmaya çalışıyoruz. Geri dönüşüm işçilerinin yaşadığı sorunlardan bahsediyoruz. “Ankara’da, İstanbul’da, tüm şehirlerde “geri dönüşüm” reklamlarının ardında kalan toplayıcıların yaşadığı sorunları anlatmak, duyurmak istiyoruz” diyoruz. “Bu işi yaparken de aldığımız destek sizin bir aylık yevmiyeniz kadardır” diyerek özetlemeye çalışıyoruz yapmaya çalıştığımız işi. “O değil de abi, geçen bi turist geldi, benim bir sürü fotoğrafımı çekti, sonra ormanlık bi yere götürdü, bi ağaca çıkardı, kiraz falan toplattı. Böyle ‘kolunu kaldır, yok ayağını çek’ diye diye bir sürü fotoğrafımı çekti gitti.” Bir diğeri lafa giriyor yine; “Benim de fotoğraflarımı çekti bi turist, tüm gün benimle beraber gezdi, anlamadım niye yaptığını, işaretle konuştuk hep”. Ardiyede herkesin bir “turistik” macerası olmuş, sırayla anlatılıyor. Bir arkadaşım, “Beyoğlu’nda turistler, sokak köpeklerinin, toplayıcıların ve trans bireylerin fotoğraflarını çekmeyi çok seviyor” demişti. Tüm bu hikayeleri dinlerken “Biz turist değiliz” diyesim var.

Yeniden başlayalım: İstanbul’da kişi başına günde 1 kilodan fazla atık düşüyor. Bu şehirde her gün yaklaşık 20 bin ton atık üretiyoruz.

Bir “gelişmişlik” göstergesi olarak düşünmek mümkün şehrin atıkla ilişkisini. Ama önce bizim atıktan tam olarak ne anladığımızı kavrayamazsak bu 20 bin ton sadece büyük bir rakamdan ibaret olacak. Ya da bize kimin neyi “atık” olarak öğrettiğini çözemezsek mevzu bir “ekolojik afyonda” kilitlenip kalacak. O zaman biraz soru sormak gerekecek 20 bin tonla başlamak yerine.

Atık ne zaman bir soruna dönüşür? Sokakları kirlettiğinde mi? Toplanmadığında mı? Sokakları ne / kim kirletir? “Taşkafa” (2) adlı bir belgeselde 1910 yılından bir Beyoğlu hikayesi anlatılır. Bir İngiliz beyefendisi gece vakti Galata’da yürürken çevresini sokak köpekleri sarar. Beyefendi bastonuyla köpekleri korkutmaya çalışırken köpekler daha da havlar. Beyefendi bunun üzerine korkup kaçarken yere düşer ve ölür.Muhtemelen bu kişi İngiltere için önemli bir kişidir ki, bir süre sonra İngiliz hükümeti Osmanlı’ya nota gönderir. “Sokak köpeklerinize sahip çıkın, vatandaşlarımız ölüyor” diyerek. Bu notadan utanan Osmanlı hükümeti ise sokağı köpeklerden temizlemeye karar verir.

“Köpek Adası” (3) isimli animasyon, bu hüzünlü hikayeye bir detay daha ekler. Osmanlı hükümeti, bu sokak köpeklerinden kurtulmak için Avrupa’dan danışman getirir. Ancak danışmanın önerileri (tüm köpekleri zehirleme ve derilerinden, tüylerinden faydalanma, seçilen “cins” türleri evcilleştirme) hükümet görevlileri tarafından beğenilmez ve Osmanlı usulü bir “temizlik” başlar: İstanbul’daki 60 bin sokak köpeği bir gemiye bindirilip bugün Hayırsız Ada olarak bilinen ıssız adaya götürülür ve orada köpeklerin birbirini yiyerek ölmesi sağlanır. Rivayet odur ki aylardır İstanbul’un üzerinde köpeklerin uluması gitmemiş.

Sokak temizliği “atıkla mücadelenin” en görünür yeridir. Atık, aslında görülmemesi gereken, görüldüğü yerde kurtulunması ya da dönüştürülmesi gereken bir şeydir çünkü. Ya da bize öğretilen budur. Bu temizlik, temizleyene ve temizlenene göre zaman içinde değişir. 6 Eylül 1955 gecesinin İstanbul fotoğraflarına baktığımızda İstiklal Caddesi’nin zeminden 5-10 santim yükselecek kadar atıkla dolup taştığını görüyoruz. Ve sabaha karşı tanklar caddede gezinirken, kamyonların “geri dönüşüme girmeyen atıklarla” yüklendiğini… Sahi, bir gecede kim kimi neden çöpe attı, kim neyi çöpten çıkarıp zenginleşti?

“Sokakları atıklardan temizleme” çabası ırkçılığın, homofobinin en pespaye yüzü olabilir mi? Ankara’da, trans arkadaşının cesedini Mamak çöplüğünde bulduğu günü anlatırken ağlamamaya çalışmak, “köyünüze gidin, burda ne işiniz var!” bağırışları içinde dayak yemek insana nasıl bir atığı çağrıştırır? Tüm bu “temizlik çabaları” yıllardır “resmen” sürerken, 28 Nisan 1993’te Ümraniye’deki çöp dağının birikmiş metan gazıyla patladığını ve bu patlama sonucu 27 kişinin öldüğünü, 12 kişinin kaybolduğunu, kaybolanların cesedine dahi ulaşılamadığını kim hatırlar?

Son kez başlayalım: İstanbul’da kişi başına günde 1 kilodan fazla atık düşüyor.

Beyoğlu’nda bir toplayıcıdan çekim yapmak için izin istediğimde önce sert bir yüz ifadesiyle “Piyasada en pahalı mankenin aldığı para neyse onu isterim” demişti. Ardından gülerek eklemişti: “Ama iyi oynarım ha…” Ümraniye’de toplayıcıların ardiyesinden ayrılırken arkamdan gelen sesi duyunca elim ayağıma dolaşmıştı heyecandan, “Vay be, demek ki biri bizi ciddiye aldı ve belgeselimizi çekecek!”

Zizek’in bahsettiği bu “ekolojik afyon” kafamızı bulandırmazsa kişi başına 1 kilodan çok daha fazla atık düşüyor İstanbul’da payımıza. Bu atığa birlikte bakabilmek umuduyla…

 

1) http://www.ekolojistler.org/ekolojizm-ler-ve-cevrecilik-uzerine-sanem-yardimci.html

Sanem Yardımcı, Ekoloji Kolektifi, Temmuz 2010

2) Taşkafa Bir Sokak Hikayesi, Yönetmen: Andrea Luka Zimmerman, Yapım: Yalan Dünya, 2013

3) Hayırsız Ada/İstanbul’un Köpekleri (Chienne d’histoire) Yönetmen: Serge Avédikian, Yapım: 2012