GerideKalanlar 13 – Ölümsüzler Kapısının Ardında

Oktay İnce, Alper Şen

Ne işimiz vardı ki orda diye başlasam, doğrudan bir aşağılama haliyken zaten vize istemek, konsolosluklarda sanatçı olduğumuzu, ülkelerine girince oraya kazık çakıp kalmayacağımızı, “vallahi billahi ülkeme geri dönerim işte eski vizelerim ispatı olsunlar” uğraşına değecek ne var ki? Vize alabilince seviniyoruz, hatta 6 aylık, istemeden vermişler, dayanılmaz olan böylece kendimizi aşağılamamız. Yeni bir ülke göreceğiz, başka türlü düşünen insanlar, “belki etkileriz, belki etkileniriz, düşünme gücümüz, hitap gücümüz artar”, belki bir bakış açısı orda bizi bekler…

Yolculuk elbette sadece bizim değil gerçekte imajların yolculuğu. Görüntü ve ses kopyasını aldığı hikâyelerin, şimdi artık öykü olmuş, geçmiş olmuş, bellek olmuş, bizim çağrılma sebebimize bakarsak “archive” olmuş olayların yolculuğu. Onlar olmasa biz köyümüzden bile çıkamazdık, görsel hikayeler çerçisiyiz: Sırtımızda yükümüz bu, kendi yükümüzün eşeğiyiz yad ellerde, ki aslında bizi taşıyan imajlar, biz onların yüküyüz.

Yakın Plan Huzursuzluğunda Görüntü Okumaları

Bir görüntü zamanla bir arşive nasıl dönüşür? Geçmişin görüntüsü ile bugünü konuşmanın dili arşivden geçiyorsa nedir hatırlanması gereken? Kopenhag’da Sanat Akademisi’nde, Angela Melitopoulos’un “arşiv” sınıfında yaptığımız atölyede önce kendimize sorduğumuz iki soru vardı. Cevaplarını okulda ve sokakta izleyerek/kaydederek vermeye çalıştık.

Dünün görsel dili ile bugünü konuşmanın, hatırlama görüntülerini sunarak bir anlamda yeniden üretmenin anlamı bugünün sembollerinin pratikte üretildiği anlarda ortaya çıkıyor. Diyarbakır Sinanköy’de 2005’te ağaya karşı ayaklanan köylülerin eylemlerinin kayıtlarını izliyoruz. Kaydı yapan köylülerden Mecit kısa bir süre sonra jandarma tarafından yakalanıyor, kamerası elinden alınıyor ve kaset çıkartılıp buruşturuluyor. Ancak jandarma görüntüleri tam olarak bozamıyor. Çizikler ve şeritler içerisindeki görüntülerde jandarma tarafından dövülen, yaralanan insanları görüyoruz. Karşıda jandarmalar bir toprağın başında sıra sıra bekliyor. Köylüler bağırıyor, ağlayanlar ve taş atanlar arasında gidip geliyor kamera. Bir süre sonra ses de bozuluyor. Karıncalanma, ardından tekrar yaralı bir beden görünüyor manyetik çizikler içinde…

k6Oktay’ın, jandarmanın kasedin manyetik şeridini buruşturması hareketini tarif eden elleriyle sanat akademisinde rektörlük yapmış insanların portrelerindeki el çizimleri… İkisi de sanatsal bir el uğraşının tasviri: Jandarmanınki parçalamaya ve yok etmeye dayalı, ancak tam olarak yok edemeyip, aksine görüntünün etkisini artırdığı için “güncel sanatçı yoktur, güncel sanat vardır.” diyebileceğimiz bir çalışma… 1800’lerde Sanat Akademisi’nde rektörlük yapmış birinin portresinde ise eller bir palet ve fırça tutuyor. Çizmiş olduğu manzara resmi ise yine bir bellek sanatçılığını barındırıyor. 1800lerin Kopenhag’ı… Renkler keskin kullanılmış. Kopenhag resimlerindeki bu aşırı renk doygunluğu ve sürekli göz dinlendiren perspektifler nerden gelir sorusu geliyor akla. Jandarmanın yarattığı başarısız imha girişimi ise dayak sahnelerini yok edememiş. Aksine resmin üzerine plastik griden güzel şeritler ve karıncalar atarak görüntünün yok edilmeye çalışıldığını istemeden de olsa sanatsal bir dille ifade etmiş.

Görüntü ve bellekle kurulan ilişki, birbirine uzak iki bellek algısının nedenli/nedensiz ilgisini anlama çabası… Yani neyi hatırlıyoruz, neyi hatırlatacağız? 2011’deki İnsan Hakları Film Festivali’nde “Lice Günlükleri”ni sunan Ersin, izleyicilere uzun süre kadrajı yan yatmış ve binaların bir detayında sabitlenmiş bir görüntü izletti. Kameranın önünden insanlar geçiyor koşturarak. Ses baskın, patlama, çığlık içinde. “Kamera sanki düşmüş..mü? Evet düşmüş, kameraman nerde acaba?” sorusu akılda gidip geliyor. İzlenen görüntülerde salonda bir kısım “buranın neresi olduğu anlaşılmıyor?” huzursuzluğu baş gösteriyor. Bir eleştiri geliyor:”Ya arkadaşlar, biraz sinematografi ya… Şöyle kamera bir ilerlese kalabalıkta, genel bir çevreyi görsek, tamam orada bir eylem var anlıyoruz ama…”

Profesyonel – amatör ayrımının ötesinde, Ege Berensel’in tabiriyle: “ezilenleri göstermek/ezilenlerin safında yer almak” arasındaki aniden kalınlaşan ayrım bu huzursuzluğun ve eleştirinin nedeni. Bir görüntünün sinematografik değeri/bellek değeri arasında farkedilen ilişkisizlik… “Hakkari’den Ankara’ya Kağıtçılar” belgeseli’nde kamera, belgeselciden kağıtçıya geçtiğinde bu değişimin anlam kırılması kendi sinematografik ezberimizi bozamayacaksa görüntü üretirken, film yaparken bir hiyerarşiden her zaman bahsetmek ve uygulamak zorunda kalacağız.

gowend14Kopenhag’da derste bir düğün kaydı izliyoruz arşivden. Omuz planda, omuzlarını ritmik bir halde oynatan erkekler kadınlar geçiyor birer birer kameranın önünden. Her birinin yüzü ciddi ya da dalgın, uzaklara bakıyorlar. Uzun süre genel planı göremiyoruz. “Bu bir Kürt halayıdır” bilgisi izleyiciye tatminkar bir şekilde gelmedikçe bir eksiklik ve sabırsızlıkla çatılan kaşlar… Oysa birkaç dakika sonra bu halayı daha geniş planda görecekler. Geniş plandaki mekan ve topluluk bilgisini beklerken geçen yakın plan yüzlerini bilgi eksikliğinden dolayı tedirgin izlemenin dikkatsizliği… Oktay tedirginliği farkedip kaydı ileri alıyor. Genel planda “Bu bir Kürt halayıdır” bilgisi geliyor. İzleyicilerde bir rahatlama, bilgiyi aldığını onaylayan jestler… Tekrar başa dönüyoruz. yüzler şimdi mekan ve zaman bilgisiyle yeniden tanımlanabilir. Fakat bu tanımlama bilinen tariflerle gidecek bundan sonra… “Bu bir Kürt halayıdır” bilgisini vermeden önceki anlatımın rahatsız edici, ancak kaydedeni ve kaydedileni yakın planlarla zaman-mekan cenderesinden kurtaran metafora elveda demiş olduk.

Devamındaki sokak eylemleri videolarında izleyicilerin bir kısmı çıktı. Görüntüleri çok “sert” bulduklarını söylediler. “Bizden sokağın görsel belleğini istemiştiniz, bizim oralarda da sokaklar böyle ama” desek de bir anlam ifade etti mi bilemiyorum.

Genel Plan Rahatlığında Uygarlık Okumaları

İzleyicilerin, “öyleyse biz de size bizim sokakları gösterelim” teklifi ile Kopenhag sokaklarına çıktık. Kopenhag’ın merkezini saran, “royal” olarak tanımlanan kraliyet simgeleri ilk karşımıza çıkan… Şehre gelince kral ve kraliçenin huzuruna çıkmış gibiyiz. Şehirde- özellikle merkezinde- karşımıza çıkan bir tacın çevresinde şekillenen bir imgenin bisikletçi tabelasından restorana kadar her türlü farklı varyasyonunu görüyoruz.. Sorduğunuzda bu simgenin aslında bugünün Danimarka’sında pek bir anlam ifade etmediği söyleniyor. Danimarka ve Danimarka gibi diğer İskandinav ülkelerinde iktidar ilişkileri, bir sembol ve o sembolün taşıdığı anlamlardan çok iki kişi arasındaki sınıfsal kültürel farklardan oluşuyor(muş). Yine de bir kutsanmışlık var sanki bu çevresinde gezindiğimiz taç sembollerinde. Ya da sıradanlaşmış bir simgenin özellikle uygarlığın yakın doğusundan gelmiş bir yabancı için çağrıştırdığı onlarca imgeyi düşünmeden geçmek zor …”her yerde tac var, çok garip” mırıldanmamızın kendisinin garip olduğu yorumuna karşı aklıma Türkiye’ye gelen turistlerin her yerde gördüğü Mustafa Kemal resimlerinin/heykellerinin çokluğuna dair kurdukları ironik/sanatsal anlatım geliyor. Yabancı olmak, çevremizdeki simgelerin kodlarını tepkisel ya da övgüselliğin dışında yorumlamaya imkan tanıyor olsa gerek.

k5Şehirde bu “royal” simgelerini süsleyen / besleyen şeyler de genellikle resimler ya da heykeller. Şehrin merkezinde gördüğümüz tüm resimlerde ve heykellerdeki detaycılık, anlatım zenginliği ve Oktay’ın betimlemesi ile gücün temsiliyeti olarak ellerin işlevsel kullanımı… Durup dakikalarca bakacağınız ve size bir şey öğretmeye hevesli resimler ve heykeller… İlk öğreneceğiniz şey ise tarih. Ülkenin siyasi ve kültürel geçmişinin köklerine indiriyor birçok resim ve heykel. Askeri temsiliyetlerse Orta Çağ’daki heykellerde kalmış. Genelde at sırtındaki bir kral/komutan dışında savaş, zafer, kan, gözyaşı simgelerine pek rastlayamadık, belki de rotamızda değildi. Ya da “artık bunlara ihtiyacımız yok” aşamasında bir toplumla karşı karşıyayız. “Beni bilimle, felsefeyle anla” diyen bir şehir var karşımızda. İlk anladıklarımızsa yine bir yakın doğulu yabancı tepkisi: Zenginliğin ve ihtişamın detaycı ağırlığı… Şehrin sokaklarında ciddi ve sessizce izliyoruz birçok resmi ve heykeli incelerken. Bizim sokaklar gibi değil kesinlikle, üstelik sanki birileri sus ve saygılı ol demiş… Zamanın yeşil pası sanki daha da zenginleştirmiş bir çok heykeli. Hangi heykelin altında buluşulur, hangi heykelin çevresi kalabalıktır sorusuna henüz bir cevap bulabilmiş değiliz.

Şehrin en şık yerlerinde gezinirken birden doğanın içine düşüyoruz. “Christiana” isimli bir bölge… 70lerde anarşistlerin bölgedeki eski bir askeri fabrikayı ve çevresini işgal edip bir daha da çıkmamasıyla oluşan bir yer zamanla bir komün yaşam alanına dönüşmüş. Toprağın her hangi bir mülkiyeti yok. “Geliyorsunuz ve yerleşiyorsunuz, bu kadar basit” deniyor. “Basit olmayan şey ne, neden bu kadar boş?” diye sorduğumuzda ise aslında bir mülkiyet varmış ama hikaye karmaşıkmış cevabı geliyor. Christiana, “ütopya burası da değilmiş” dedirten, anarşizmin neo-liberal bir şehirde ancak yasal esrar ticaretiyle ayakta durduğunu hissettiren bir yer. Derdimiz de anlamak değil aslında, burada gördüklerimizin bize ne düşündürdüğü… “Atık, atıl kalma, çöpe dönüşme, geri dönüşüm” kavramlarının geldiğimiz yerdeki olanca politikliğine karşın buradaki nesnelerin zorlamayla yan yana gelmişliği, sıkıntının ve iyi kafanın sanatsal dili gibi bir şey mi desek, ya da bir şey demeden pas mı geçsek…

“Beni bilimle felsefeyle anla” sözünün devamında bir de “tarihle yargıla” sözü vardır. “Christianshavn” isimli meydan bu yargılamanın yapıldığı yer olsa gerek. Şehirde gördüğümüz onlarca detayla ve açıklama ile dolu heykele karşın bu meydanda isimsiz ve genel hatlarıyla yapılmış heykeller var. Bir Danimarka kolonisi olan Grönland halkından insanlar tasvir edilmiş heykellerde. Diğer meydanlara oranla bu meydanda kendine özgü bir kalabalık var.

k4Okuldaki öğrencilerden birinin tabiri ile Danimarka kültürüne entegre olamayan, kültürel asimilasyonda kaybolan ve bunun hezeyanlarını bu meydanda içki içerek yansıtan bir Grönland ahalisi doldurmuş meydanı. Aynı öğrenci, Avusturalya ve Amerika yerlilerinin yaşadığı asimilasyonun bir başka örneği olarak tanımlıyor bu durumu: “Beyaz adam işgal ettiği yerdeki yerlinin aklını ve duygularını içki ve silahla satın alır.” Meydanın ülkenin sömürgeci geçmişine karşı bir günah çıkarma çabası ile yapıldığı söyleniyor. Yanımıza yaklaşan bir Grönlandlı üzerine basarak “Danimarkalıyım aslında” diyor, ardından babasının Danimarka’ya 3.000 kilometre uzaktaki Grönland’da tüfek kullanma lisansı olduğunu, Grönland’da istediği her hayvanı vurmaya hakkı olduğunu söylüyor. Hiç Grönland’a gitmemiş. Aslında oralıymış, “ama Danimarkalıyım ben de” diyor tekrar üzerine basarak. Babasının tüfeğinden bahsediyor gururla yeniden. Heykelin yanında oturan başka bir Grönlandlı ise bir oyuncak uçağı çalıştırıyor.

Şehirde aradığımız ama bulamadığımız simgelerin tüm duygusal ağırlığı birden üzerimize yığılıyor bu kez. Grönland’ın zengin doğal kaynaklarının ve fakir halkının Danimarka parantezine alınması gördüklerimizin hissettirdikleri… İsimsiz heykeller arkalarındaki büyük binalara dekor, gururlu duruşlarıyla sömürgeci geçmişin vicdan temizliği, heykellerin altındaki mermerse memleketlilerine sığınak olmuş bu meydanda. (Alper Şen)

Küçük Kamerayla Arıza Kayıtları

Görüntülerin şiddet dozu Kopenhag’da sanat öğrencilerine ağır geliyor, bu hem devletin şiddeti, hem görüntünün. Bize olağan gelen onlar için değil. Bazı şeyler bu açının içinden seyrediliyor. Burada göstersek dönüp bakılmayacak, belki başında 1 dakika harcanmayacak görüntüler, hikayeler;” ilginç, enteresan, farklı” noktasına yerleşiyor ilk anda. “Biz aslında kültürel olan farkı sömürebiliriz, bakın ne kadar enteresanız, farklıyız, size benzemiyoruz, ne biz, ne ülkemiz.” Onlar, kolonyal ülke çocukları, dünyanın neresi kaşınsa uçağa atlar senden önce varır bakar, hatta yaşar. Gezi’ye bakın bir de. Dükkan senin… Bizde mal çok, satacak dükkan yok. Veya şimdi olduğu gibi, olayı ayağına çağırır. Bilenlerin anlatımıyla, sosyal devletin düz yollarında bir boşluğu dolduruyoruz, olay ihtiyacını karşılıyoruz, televizyonla bir anlamda aynı işi görüyoruz, seyrettiriyoruz.

Kameranın sokağa çıkması, ele düşmesi, çoğumuz için hala haber üretebilir ama bir estetik üretemez. Vertov’ dan beri ve şimdi video devrinde, bununla baş edildi. Estetik yerine etki. Etki, yalnızca düşünülebilecek, kurulabilecek bir şey değil, yakalanabilecek bir şey de. Bizler sokakta, elimizde video ile etkinin avcılarıyız. Zanaatımız bu, ilkine sanat deniyor. .

“Christianshavn” da, biz üçk8üncü dünyalılar buluşup oynaşırken dostlarımız felç olmuş halde bizi izlediler ve orada o insanlarla nasıl görüntü çektiğimizi merak ettiler. Yalnızca Fabian’ın girişimi Grönlandlılar’ın kendisine “kamerayı kapat” uyarısına kadar sürdü. Kamerayla onları taciz edebilmiş olmaktan memnuniyetimizi ifade için yazmıyorum tabii bunu, o arada araştırılacak bir şeyler var. Dersin ki Zimmel’in yabancısı: Yabancı’ya her şeyi anlatırız ama komşuya asla! Dedik ki, tenimizin rengi, Grönland’ı koloni yapanların rengi değil. Dil bilmiyoruz, kekeme İngilizce, onlar gibi… Kamera küçük, TV değil turistik, ve konuşanın elinde değil. Sadece çekmiyoruz konuşuyoruz. Hatta soru soruyoruz, bu önemli. Soru sormak bir eksikliği, cevap gücü bir yüceliği barındırır. Bunu onlara bahşediyoruz. “Bu heykel kim, kral mı”? Kimse onların atalarını merak etmediyse ya… “Hunter” diyorlar. Herhangi bir avcı, şehrin diğer heykellerindeki gibi “o kral, şu filozof” değil… O meydandaki 3.Dünya, kendi hikayenin bir parçası olduğunu için Denmark, “enteresan” olamaz. O herhangi bir heykelde sen de varsın. Sensin. Sen, sen ol.

Miriam, “aynı bizim ülkemizdeki gibi” deyip durdu, bizim görüntüleri izlerken. Eritre’liydi. Katmerlisini görmüştü. Sanatını burada icra ederse, kendi ülkesinin hikayelerini tükettirdikten sonra düşeceği boşluktan,” bu hikaye ortak hikayemizdir”le çıkmaya çalışacak belki. Köprü… Kültürel melezleşme… Otantik ama… Corridor X.

Montajlanmış, yapılandırılmış tam bir video gösterseydik, bu “enteresan”lığın ötesine geçilebilirdi tabii. Angela’nın “narrative structure” dediği ve bizde eksik olduğunu söylediği şeyi konuşmaya başlasaydık. “Orada ne yaşandı”dan ‘biz nasıl anlattık”a geçiş… Ham görüntülerin içindeki hikayeye odaklandık. “Sinanköy’de ne yaşandı?” “Hakkarili kağıtçıların başına getirelen ne?” Bu bir political correction… Attım, ama şöyle: Görüntünün, o görüntüyü bize emanet edenlere geri dönme zorunluluğu, düsturu, sonra “Efendim birbirini takip eden iki imajın aralığında olan biten” diye başlayan söz. Ödümüz kopuyor görüntünün nesneleşmesinden, kendi öyküsünden tümüyle kopup başka bir anlatının kadavrasına dönüşmesinden..

Christiana girişinde “Gel, ne istiyorsan yaşa ama fotoğraf çekme” gibi bir tabela var. Köy bölümünde ıssızlık görüntüleri kaydettik. Burda görüntü çalamayız, zira onlar düşman değil. (Oktay İnce)

k3