Sömürge Estetiğinde Pamuk ve Sanat Üretimi

Ahmed Tahrir

19. yüzyılın sonlarında Fas bir Fransız sömürgesiyken, şehirleri gazetecilere gösteren Fransız vali, kurulan ilk binalardan birinin, harita odası olduğunu gururla belirtiyordu. Aynı tarihlerde oryantalizmin afyonu ile hayallere dalmaya hevesli fotoğrafçılar ise Kahire’de tek dert ettikleri sorunun, şehri bir türlü yukarıdan görememek olduğunu söylemekteydiler. Bu uğurda Mısırlı gibi giyinen Avrupalılar, Kahire’nin sakinlerinden habersiz, şehrin ve şehirlilerin suretine sömürgeleştirmenin estetik çerçevesini yerleştiriyorlardı. Modernizmin mucize icatları silahlarla şehri kuşatma altına alıp altın kaplamalı dürbünlerle şehirleri surlardan izleyerek sokakta amaçsızca yürüyenleri düzene sokma hırsı, bu düzensiz hayat sakinlerinin odalarını illa ki temiz ve derli toplu görme arzusu, istatistikler çıkarma, askere gitmeyenleri köylerinden toplama, caddelerin, meydanların, ara sokakların kuşbakışlarını hiçbir detayı gözden çıkarmadan haritalara dökme çabası 19. yüzyılda Ortadoğu’yu metrekarelere böldü. Batılıyı hasta eden Ortadoğulu dağınıklık hali ve kafasına göre takılan bu ahaliyi “nasıl kontrol altına alırız” fikri, vebalılara ve akıl hastalarına uygulanan izleme metotlarının, sömürgeleştirilen bu şehirlerin ve hatta evlerin, tarlaların en despot yollarla izlenmesiyle sonuçlandı. Timothy Mitchell’in “Mısır’ın Sömürgeleştirilmesi” isimli kitabındaki “Gece-Gündüz İzleniyorlardı” başlıklı bölümde köylüler için oluşturulan akıllara zarar izlenme mekanizması şöyle gerçekleşiyordu:

“Kırsal nüfusun olduğu yerde sabitlenip Avrupa’nın tüketimi için pamuk ve başka emtiayı üretmesinin sağlanması için yerlerinin dikkatle tespit edilmesi, görevlerinin ya da üretmeleri gereken miktarın tam olarak belirlenmesi ve performanslarının sürekli olarak gözlenip rapor edilmesi gerekiyordu… Köylüler, kendilerine verilen işleri yaparken, “Program”da belirtildiği gibi gözlenecekler, tarlada piyade ve yabancıların denetiminde çalışacaklardı. Bu resmi görevliler fellahları her gün kontrol ediyor ve köylerini terk etmelerini engellemek için gece-gündüz takip ediyorlardı. İşini yapmakta kusur eden köylüler, hükümet tarafından atanan köy reisine (Şeyh-ül Beled) bildiriliyordu. Şeyh, bir fellahın tarlayı gerektiği gibi işlemediğini öğrendiğinde kırbaçla 25 kere vurarak cezalandırıyordu. Reis, köylüleri denetleme görevini savsaklarsa, ilk seferinde dövülüyor, ikinci seferinde 200 kırbaçla, üçüncü seferinde 300 kırbaçla cezalandırılıyordu.”

En ince ayrıntısına kadar sömürülen bu coğrafyalar, kendi bağımsızlıklarını ve aynı zamanda da yeni bağımlılıklarını kazanınca Avrupa’nın bu izleme pratikleri yerini daha “kültürel” görünümlü çalışmalara bıraktı. 1889 senesinde Paris’te yapılan Dünya Fuarı’nda Kahire sokaklarının imitasyonu yapılırken duvarlar gerçeğine benzetmek için “kirli doku” ile örülüyordu. Sadece bu fuar için Kahire’den eşekler getiriliyor ve izleyicilere bu eşekler sırtında Kahire’nin imitasyonu gezdiriliyordu. Bu dünya fuarları 100 yıl içinde festival, sergi, bienal gibi etkinliklere dönüşse de içerikleri her etkinlikte bir öncekindekinin ötesinde daha farklı, daha yeni ve yaratıcı yaklaşımlarla tasarlanmış “şeylerin” temsil edilmesi çabası ile farklı formlara dönüştü.

Şeylerin olması gerektiği gibi temsil edilmelerinin gerekliliği 19. yüzyıldan bugüne dek Avrupa ve Kuzey Amerika’da düzenlenen akademik, sanatsal, politik içeriğe sahip neredeyse tüm etkinliklerin bir kavramsal çerçeve ya da bir seçici kurul marifeti ile “bilinçli bir bütünlükte” anlatılmasını gerekli kıldı. Mısır’da, Fas’ta ya da sömürgeleştirilmiş herhangi bir ülkede yaşanan akıllara zarar vahşi modernleştirme girişimlerinin temize çekilmiş halleri, kültürel etkinliklerde temsili dansçılarla temsili dilencilere, sempatik eşeklerden, yemek kültürlerine uzanan çakma bir gizemli anlatımla “sanatsallaştırılıyordu.”

Sömürge ruhu ile denetlemeyi, şeylerin temsilinin temize çekilmiş hallerini ya da oryantalizmin tarihçesini anlatmak bir başka yazının konusu olabilir. Zamanda hızlı bir sıçrama yaptığımızda, pamuğun sağ salim Batı’ya ulaştırılması uğruna Mısır’da yürütülen uygulamaların, bugün de farklı yöntemlerle petrol ya da başka emtianın ticaretinin güvenle yapılması adına yürütüldüğünü, ancak uygulama metotlarının daha karmaşık ve gelişmiş olduğunu görmekteyiz. Darwin’in Kâbusu (2004) isimli belgeselde Avrupa başkentleri ile Tanzanya arasındaki bir uçak seferinden bahsedilir. Uçak Tanzanya’dan Avrupa’ya pahalı havyar taşırken, Avrupa’dan Tanzanya’ya da “boş dönmemek için” silah taşır.

Churchill’in deyimi ile 20. yüzyılın ortalarında “bir Cumartesi günü öğleden sonra çizilen” Orta Doğu haritası ya da taslağının aceleyle avukat Cyrill Radcliffe tarafından peçeteye çizildiği Hindistan-Pakistan sınırı gibi pratik uygulamaların arka planında bu avuç içine alma mekanizmaları vardı.  Bu pratiklerin yerini ise günümüzde “Arap Baharı” gibi Orta Doğu’yu yıllardır sarsan uzun vadeli stratejiler alıyor. “Arap Baharı” kavramının – isyanların yaşandığı ülkelerdeki insanların bu kavrama karşı duydukları nefrete rağmen – Batı’da her platformda dile yerleşmesi ve halen birçok kültürel ve akademik çalışmada sorgusuz sualsiz kabul edilmesiyle,  20. yüzyılın başında sergilenen eşekler ve dansçılar yerini sanat eserlerinde, senaryolarda ya da akademik metinlerde kurgulanmış ve romantize edilmiş özgürlükçü anlatımlara bıraktı. Böylece sömürge coğrafyalarındaki yönetimlerle Batı ülkelerinin iç içe girdiği çok katmanlı ekonomi-politik ilişkilerin üzeri, insani yardımlarla ve “temsili ayaklanma” imajlarıyla örtülmüş oldu.

Bu temsili anlatımları eleştiren, ya da egemen dilin sufle verdiği sözlerin dışına çıkan anlatımlarla mücadele etmek içinse modern zamanların sansür uygulamaları daha profesyonel yöntemlerle revize edilmeye başlandı. Mısır’ın sömürgeleştirilmesindeki gibi pamuğu sağ salim limanlara ulaştırmak uğruna halkın her hareketini izleme, kurallar dışına çıkanın üzerini çizme, ihbar etme, cezalandırma uygulamaları sosyal medyada yazılan bir cümleden festivallerde gösterilecek filmlere kadar her alanda ortaya çıkmaya başladı.

Modernizmin doruklarda gezindiği yıllarda düzenlenen Dünya Fuarları’ndan bugünkü festivallere ve sergilere uzanan ve dünyayı, yaşamı daha doğrusu her şeyi bilinçli temsillere anlatan bu etkinliklerin tarihsel önemi ise fikirden uygulamaya dek her aşamasında ortaya çıkmaktadır. Dünün ve bugünün “onaylanmış” ve kendisine sanatsal etkinliklerde yer bulmuş bütün eserleri, en geniş anlamda resmi tarih yazımının bir parçasına dönüşmüş durumda. Bu etkinliklerin düzenlenme yöntemleri ise gittikçe daha karmaşık sermaye ve iktidar ilişkileri ile mümkün oluyor. Ya da bize her durumda  özgürlükçü bir dil ile ifade edilen “gerekçenin” bu olduğunu biliyoruz.

1950’lerde Hindistan ve Pakistan’ın ayrılmasına karşı çıkan yazar Saadet Hasan Manto, 200 bin kişinin ölümü ile sonuçlanan bu ayrılığın sonunda “aykırı bir ses” olarak görülmeye başlandı, işinden ve evinden oldu. Ölüm tehditleri aldı ve yazıları defalarca sansüre uğradı. Hindistan-Pakistan Savaşı sırasında milyonlarca Müslüman’la birlikte Pakistan’a göç etmek zorunda kaldı. 43 yaşında ölen Manto, son yıllarında yazılarını yayınlatabilmek için gittikçe daha dolaylı ve ironik bir dil kullanmaya başlamıştı ve “Sam Amca’ya Mektuplar”ında Batı’nın gelecekte Pakistan’daki radikal islamcıları “kendi işlerinde” kullanıp kullanmayacağını soruyordu. Adı ve yazdıkları uzun yıllar boyunca Hindistan’da ve Pakistan’da sansürlendi. Ölümünden yaklaşık 50 yıl sonra, yazılarının artık “zararsız” görüldüğü yıllara geldiğimizde ise yazıları bir anda yeniden ortaya çıkıverdi. İngiltere tarafından gıyabında özel nişan verildi. Pakistan onun adına pul bastırdı.

wasbSuriyeli sanatçı Khalid Jarrar, Suriye’de protestoların başladığı 2011-12 yıllarında toplumsal direnişin kaydı konusunda Batı ve yaşananlar arasındaki ikilemi şöyle tarif eder:  Protestoların başladığı aylarda Batılı medya kuruluşları Suriye’de birçok çalışma yürütür ve yurttaş gazetecilik kavramını Suriye’de yaygınlaştırmaya çalışır. Atölyelerde verilen eğitimler sonucu belirlenen “yurttaş gazeteciler” zamanla Batılı medya kuruluşlarına para karşılığı protesto ve eylem görüntüleri gönderirler. Ancak kısa sürede arzın çokluğu talebi daha seçkin kılar: Şiddet görüntüleri ve eylemlerin çarpıcılığı daha önem kazanır ve yurttaş gazeteciler, yaşanan olayların kaydından çok medya kuruluşlarının tarif ettiği protesto ve şiddet görüntülerini para karşılığı servis eden ve birbirleri ile rekabet eden ajanslara dönüşürler. Birkaç yılın sonunda Suriye’nin görsel gerçekliği, korku ve dehşet salan pornografik şiddet görüntülerinden ibaret hale gelir.

Elbette ki bu tür örnekleri vermek için uzaklara gitmemize gerek yok. Yıllardır yasaklanan Kürtçe ile eserler vermeye çalışan insanların başlarına gelenler, ardından değişen koşullar ile bir anda devlet sanatçısı olma statüsüne kadar yükselmeleri ve sonra tekrar seçici kurullar ve küratörler tarafından görünmez hale gelmeleri bu tür örneklerin ne kadar sık karşımıza çıktığını da gösteriyor.

Avrupa uygarlığının 19. yüzyılda Mısır’da yürüttüğü detaylı gözetleme ve sömürgeleştirme pratikleri ile Mısır’ın o yıllarda Avrupa’da temsilinin sanatsal-kültürel-akademik içeriği, genel bir stratejik yaklaşımın kamusallaştırma ve yaygınlaştırma çabasının örneği olarak karşımıza çıkıyor. Belki yine buralardan bir örnek daha açıklayıcı olabilir. Kürtçe konuşmanın, yazmanın her koşulda yasaklandığı bir zaman diliminde, TRT’deki Anadolu’dan Görünüm programındaki gibi halı dokuyan kadınları, hayvan otlatan erkekleri ve Türkçe türküleri “ilginç” bir şive ile söyleyen insanları izliyorduk. Bir de “kötüler” vardı elbette. Ancak onlar da zaten insan olarak nitelendirilmiyordu, neden kötü olduklarını da sorgulamaya gerek yoktu. Doğuştan kötüydüler muhtemelen…

Modernizmin bir hezeyanı olsa gerek, tarihin ve uygarlığın sürekli ileriye ve gelişmeye meylettiğine duyulan inanç… Yıllar geçtikçe sermayenin ve egemen dilin birbiri ile daha karmaşık ilişkiler kurması, bugün dalga geçebileceğimiz, eşeklerle, dansçılarla ve kirli duvarlarla üretilen temsiliyetin yerini yeni pratikler almış durumda. Gelişen şeylerin başında teknoloji geliyor. F.F. Coppola’nın tabiri ile bugünün teknolojisi, 13 yaşındaki Ohiolu bir köylü çocuğu yeni Mozart yapabiliyor. Bununla birlikte bugünün kültür-ekonomi-siyaset üçgeni ise Mozart olabilmenin bir yetenekten ziyade network ve lansman çalışmaları ile “üretilen” bir şey olduğunu ortaya koyuyor. Böyle bir network-lansman-sermaye ilişkileri içerisinde değilseniz ve üstelik söyledikleriniz de halı dokuyan kadınlardan, hayvan otlatan erkeklerden ötesi ise, egemen dilin sansür mekanizması önce kibarca üzerinizden geçiyor. Sizlere, Mozart olmanız için ilk olarak devletin sansür dairesi ile tanışmanızı öğütlüyorlar. Bir yandan da sermaye-iktidar-festival oyunlarıyla oluşturulan oto-sansür mekanizmaları sanat etkinliklerinin sermayesini güvenceye almaya çalışıyor. Böylece ön seçici kurullar ya da küratörler tarafından başvuruların çokluğu, teknik vs. nedenlerle dışlanıyorsunuz. Risk unsur edecek tüm festival ya da bienal yan etkinlikleri de dolaylı içeriklerle doldurulduğu ya da toptan kaldırıldığı için, kendi fikirlerinizle ve yaptıklarınızla baş başa kalıyorsunuz ve böylece görünmez hale geliyorsunuz.

Sonra bu döngü bitmiyor, sadece daha da karmaşıklaşıyor… Yılmaz Güney’in “Umut”u, Saadet Hasan Manto’nun “Toba Tek Singh”i, Türkiye’de ya da başka bir yerde doğrudan ya da dolaylı olarak, festivallerde, sergilerde sansüre uğramış hakkında davalar açılmış cezalar verilmiş tüm eserlerle güle oynaya kültür de, sanat da, sermaye de, iktidar da temize çekiliyor…

Eğer devletten maaşlı ya da destekli kültür sermayesi yetkilisiyseniz, (yani 19. yüzyılda Kahire’de birkaç dönüm pamuk tarlanız varsa) sanatla siyaset temize çekilirken “İstedik ki bu zor günlerde sanat konuşulsun, sinema konuşulsun” gibi cümlelerle her sene ortaya karışık açılışlar ve kapanışlar yapmanız gerekiyor; ki böyle zamanlarda festival düzenlemenin, sergi yapmanın ne kadar zor olduğunu ima ederek siz de sansürün dolaylı gizeminden faydalanın… Yani hem pamuk tarlanızı köylüleri köle gibi çalıştırarak sürün, sermayeye ürününüzün satışını garantileyin, hem de zorla para kazanıyormuşsunuz, zorla sermayeyle iş birliği yapıyormuşsunuz pozları ile imalarda bulunun, iyi niyetli görünün. Aslında sadece sermayenin, egemenlerin denetçileri gelecek korkusu ile sokağınızdaki duvar yazılarını “kir” belleyip gittikçe daha ustalıklı sansür mekanizmaları ile silmeye çalışıyorsunuz. Sonra da sizin silmeye çalıştığınız bu sözler ya da kirler Batı’daki bilumum festivallerde, sergilerde kendi oryantalist duyarlılıklarının heyecanı içinde -Kahire’den yine/yeni dansçılar ve eşekler getirmenin, sokakları kirli göstermenin fantezisi ile- daha gerçekçi, daha kavramsal sokak dekorlarında temsil ediliyor…