Platon’un Mağarası ve Günümüz Dünyasının Gölgeleri

Tarık Dereli – 2017 //

Bundan 2400 yıl önce Platon, bir mağarada zincirlenmiş halde kalan insanların gölgelerinden bahsettiğinde ve bu insanların gördükleri gölgelerle mağaranın dışındaki yaşam arasındaki karşıtlığın ya da bir başka şekilde ifade edersek, “sanı” (doxa) ve “bilgi” (episteme) arasındaki karşıtlığın yıllar içerisinde sonsuz farklı formda ve anlatım biçiminde tekrar ortaya çıktığını öngüyor müydü emin değiliz. Ancak Platon’un kurmuş olduğu bu metaforda tasvir ettiği mağara duvarındaki yansımaların, tarih boyunca görme ve düşünce biçimleri üzerine tekrar ve tekrar soru işaretleri yarattığını söyleyebiliriz. Bu yazıda, Platon’un mağara metaforunu, bugünün dünyasında yeniden kurgulamaya çalışarak, görme biçimleri üzerine çalışmalar yapan ve dolaylı da olsa Platon’un “Devlet”inde idealar dünyasını farklı düşünsel pratiklerle tasvir etmeye çalışan iki düşünür, Walter Benjamin ve Jean Baudrillard’ın – her birini aynı mağara içerisinde farklı durumlarda düşünerek- anlatımlarında arayacağım.

Mağara metaforuna geri dönersek, 2400 yıl öncesinin koşullarında Platon, hocası Socrates’în ağzından insan algısı, toplumsal yaşam, bilgi, devlet, demokrasi gibi kavramların etrafında bir dünya/toplum tasarımı yaratır.i Bu tasarım, aynı zamanda dünyamızı şekillendiren ve yaşam kaynağımız ışığın, görme biçimlerinizi nasıl etkilediği üzerine de bir değerlendirmedir. Aslında gördüğümüz şeyin, ışığın varlığı ile görünen nesneler değil, ışığın nesne üzerindeki kırılmasının duvara yansıyan gölgesi olduğunu ve bu nedenle de kendisini özgür ve bilgili sanan birey de -doğuştan kendisini mağara duvarının önünde zincirlere bağlanmış şekilde bulduğu için- ışığın kendisi ile ışığın yansıması arasında bir ayrım yapacak bilince sahip olamadığı için Platon, bu yansıma sonucunda oluşan gölgelerin içinde bulunduğu toplumun (mağaranın) “gerçekliği” olduğunu varsayar. Toplum tarafından kabul edilen bu “sözde gerçeklik”, bizi mağaranın duvarına yansıyan gölgelerin geldiği yerdeki mağaranın dışından (idealar dünyasından) uzaklaştırdığı gibi, gördüklerimizi de sorgulattırmayacak bir sistem ile (zincirler) sağlamlaştığı için, bildiklerimiz/bildiğimizi sandığımız ile (gölgeler) ile gerçek bilgi (mağaranın dışarısı) arasındaki uçurumu farketmeden yaşarız.

Bu tasvirde Platon, zincirlerinden kurtulmuş ve mağaranın dışına çıkan bireyi tasarlar. Bu birey, hayatı boyunca hiç kullanma ihtiyacı duymadığı bacaklarını ilk defa kullanarak mağaranın dışına çıkar. Alışmış olduğu ışığın, aslında ışığın kendisi değil, görünüp kaybolan nesnelerin bir yansıması olduğunu farketmesi ve ışığın kaynağını görmesi ile gözleri kamaşır. “Doxa”dan, mağaranın içinde kendisini bağlayan zincirlerini sorgulattırmayan, gerçek bilgiye ulaşmasını engelleyen kanaatlerden kurtulan birey, gerçeğe ya da idealar dünyasına ulaştığında bildiğini sandığı her şeyi yeniden öğrenmek zorunda kalır.

Ancak asıl hezeyan bu bireyin tekrar mağaraya dönmesi ile ortaya çıkar. Gördüklerini, yani idealar dünyasını zincirlere bağlanmış kalabalıklara anlatmaya çalışmadan önce, mağaranın karanlığına gözlerinin alışması yani kanaatlerle yönetilen toplumun kurallarına tekrar alışması gerekir. Mağaranın dışında gördüklerini ne kadar anlatmaya çalışsa da zincirlerle bağlı kalabalıkları inandırması pek mümkün olmaz, çünkü artık sahip olduğu bilgi, toplumun kanaatleriyle oluşan doxadan değil idealar dünyasından gelen ve insanların zincirlerini kırıp mağaranın dışına çıkmadıkça anlayamayacakları bilgidir.

Platon’un mağarası, aynı zamanda o dönemin koşullarında Socrates’in uğradığı haksızlığı dolaylı olarak betimlese de tarih boyunca defalarca birçok düşünür tarafından doxa ve idea arasındaki ilişki mağara metaforunun da etkisi ile yeniden kurgulanmıştır. 2400 yıl içerisinde ışığın kaynağından ışığın nasıl kırıldığına kadar birçok bilimsel detayı öğrenmiş bulunuyoruz. Ancak günümüzün bilimsel gerçeklikleri ile anladığımız ışık yine de, Platon’un mağarasını aydınlatmamıza ya da idealar dünyasını tarif etmemize hala yetmiyor. Tarih boyunca idealar dünyasının düşünürlerin çalışmalarında geçirmiş olduğu değişim, aynı zamanda felsefe ile teknoloji arasındaki ilişkiyi de Platon’un bilgi ve sanat gibi kavramlarına yaklaşımın gerekçelerini de yeniden düşünmemizi mümkün kılıyor.

1.Doxadan Fotoğrafa ve Sanata Işığın Dönüşümü

Platon’un, kendi döneminde tarif ettiği sanat, yine mağara metaforuna bağlı kalacak olursak, insanları mağarada daha çok kalmaya teşvik edecek, mağaranın dışındaki idealar dünyasından uzaklaştıracak ve basit duyularımızı coşturarak bizi gerçeği aramaktan uzaklaştıracak şeylerdir. Örneğin Platon için resim sanatı, mağara duvarındaki o kusurlu silik gölgelerden de daha basit ve kusurlu tasvirlerdir. Sanat bizi mağaranın duvarlarına daha çok baktırarak idealar dünyasının varlığını düşünmemizi/hatırlamamızı /hissetmemizi engeller.

Platon’a göre duyularımızla hissetiğimiz dünyanın kötü kopyaları olarak da özetleyebileceğimiz ve idealar dünyasında yeri olmayan sanat hakkında bu olumsuz görüşleri bir tarafa koyarsak, mağarada zincirlere bağlanmış haldeyken idealar dünyasını hisseden ve zincirlerinden kurtularak mağaradan çıkan ve geri döndüğünde mağarada zincirlere bağlı insanlara idealar dünyasını anlatmaya çalışan bir modern dünya düşünürünün çabalarını hayal ettiğimizde, ışık ve gölge arasındaki ilişkiyi belki tekrar düşünmek mümkün olabilir. Teknolojik devrimlerle ve dönüşümlerle birlikte günümüzde ışığa dair birçok şey öğrendiğimizi söyleyebiliriz. Bununla birlikte ışık ve gölgesi / gerçek ile kopyası ya da yansıması arasındaki ilişki de 2400 yıl boyunca yeniden şekillenmiştir. Yüzyıllar içerisinde dönüşen, çeşitlenen, karmaşıklaşan ve belki de idealar dünyasının izlerini zincirlerle mağaraya hapsedilmiş insanlara anlatma çabasına dönüşen sanat da Platon’un eleştirdiği sanatın tarifinin uzağında bir yerde kendisini kurgulamıştır.

Platon’un mağarasındaki zincirlerden kurtulup mağaranın dışına çıkan bir başka düşünür olarak Walter Benjamin’i tahayyül ederek bu metaforun 20. yüzyılın modernitesi ve sanat anlayışı ile ilişkisinin de nasıl olacağına dair bazı varsayımlarda bulunabiliriz.

Walter Benjamin, “Hikaye Anlatıcısı” isimli makalesinde, modernlik öncesi bilgi ve deneyimin hikaye anlatıcıları ile aktarıldığını anlatır.ii Hikaye anlatıcıları, geçmiş zamanların hikayelerini yeniden yorumlayarak bize anlattığında biz bu hikayenin anlatımı ve hikayeden çıkaracağımız dersler ile hayat hakkında bilgi ve deneyim sahibi oluruz. Bu deneyim anlatımı ve aktarımı ile Benjamin’in betimlediği hikaye anlatıcısı, Platon’un mağara metaforunda idealar dünyasını gördükten sonra mağaraya geri dönen ve zincirlerine bağlı insanlara idealar dünyasını tarif etmeye çalışan insanları çağrıştırır. Hikayeler, hikaye anlatıcı ile kuşaktan kuşağa aktarılırken, teatral bir anlatımdan da uzak olarak görebileceğimiz bu anlatımlarda bilgi, hikaye anlatıcılarının “hatırladıklarından” ibarettir. Dinleyiciler de bu hikayelerden hayat hakkında dersler çıkarırken hikayeleri sonraki kuşaklara da aktarma görevini de üstlenmiş olurlar.

Modern yaşam, deneyimin aktarımı ile öğrenilen bilginin yerine pratik gündelik bilgiyi öne çıkartırken, hikaye anlatıcılarını da işlevsiz kılarlar. Gündelik bilgi, daha önemli hale geldikçe hikaye anlatıcılarının aktardıkları gittikçe daha masalsı ve pratikte değeri ya da faydası olmayan gerçek dışı anlatımlar olarak görülür. Bu durum, Benjamin’e göre modernite sonucunda hikaye anlatıcısının ölümüdür. Deneyimle ve hatırlama ile taşınan ve dinleyiciden bu deneyimden ders çıkarmasını öğütleyen bilgi, hikaye anlatıcıları ile unutlulu, işlevini yitirir ve kaybolur. Bir anlamda Platon’un mağarasında, idealar dünyasından gelen hikaye anlatıcılarının anlattığı bilgilerin yerini zincirlere bağlanmış insanların mağara içerisindeki gündelik ihtiyaçları için gerekli konfora dair bilgiler alır. Dolayısıyla bir hikaye anlatıcısı olarak Benjamin, anlattıkları ile kimseyi idealar dünyasına inandıramaz. Oysa durum o kadar da karamsar değildir. Çünkü modernitenin olumlu bir tarafı olarak mağara duvarına yansıyan gölgenin niteliği değişmiştir. İnsanlık, artık ışığa karşı pasif bir izleyici değildir. Teknoloji ile insanlar, mağaranın dışına çıkamasa da ışığı ve gölgeyi kontrol altına almaya başlamıştır.

Walter Benjamin, “Mekanik Yeniden Üretim Çağında Sanat Eseri” isimli makalesinde fotoğrafın, yani bir başka deyişle “kopyanın” icadının sanat eserlerinin kutsallığını ve seçkinlere yönelik özelliğini yok ettiğini ve sanatı halka sunduğunu iddia eder.iii Bu iddiaya göre – her ne kadar Platon’un sanatı betimleyişine aykırı gelse de- Benjamin, sanat eserinde “idealar dünyasının izleri”ni görebileceğimizi varsayar. Ancak idealar dünyasının evrensel ve değişmez oluşu gibi sanat eseri de tektir. Örneğin Leonardo Da Vinci’nin “Son Akşam Yemeği” isimli eserini görmek için Milano’ya gitmeniz ve gördüğünüz bu sanat eserini de ancak tekrar resmederek, yani kusurlu bir yansımasını çizerek anlatmanız ya da sözle tarif etmeniz gerekir. Oysa icatlarla ve keşiflerle ışığa hakim olmaya başlayan insanlık, ışığın gölgesini ya da gerçeğin kopyasını da gittikçe nesneye daha benzer bir hale dönüştürmeye başlamıştır. Böylece sanat eserinin tek olma özelliği gitmiş, “Son Akşam Yemeği”nin fotoğrafını çekerek, bu fotoğrafı dünyanın her yerinde herkese gösterebilir hale gelmemiz mümkün olmuştur. Benjamin bu dönüşümü, sanatın kutsal halesinin(aura) sokaklarda çamura bulanmış bir hale dönüşmesi olarak tarif eder. Bu durum şüphesiz ki olumlu bir dönüşümdür: sanat halkı aydınlatmak ve bilgilendirmek için halka inmiştir.

Bu düşünceden yola çıkarak Benjamin’in, mağaradaki zincirlerinden kurtularak çıkmış olduğu dış dünyada gördüklerinin sonsuz sayıda kopyasını üretip bu kopyalarla mağaraya geri dönerek insanlara idealar dünyasının gölgelerden çok daha etkileyici kopyalarını göstermesi mümkündür.

Bu kopyaların, yine Platon’un tarif ettiği tragedyalarda insan davranışlarının abartılarak ve bozularak yeniden sunumundan yani sanatın kusurlu temsilinden farkı nedir? En önemli fark, artık ortada sanatçının herhangi bir yorumunun olmaması, yani insan faktörünün kusurlu bir yeniden üretiminin söz konusu olmamasıdır. Bu üretim, aynı zamanda Platon’un olumladığı zanaatın da bir başka türü olarak karşımıza çıkar. Sanat modern dümyada, teknoloji ve matematik ile de tarif edilebilen yeni bir alanda oluşturulmaktadır.iv

Bu nedenle bu yeniden üretim, teknolojik bir işlem olduğu kadar da Benjamin’in sinemayı tarif ettiği gibi “büyüleyicidir”. Bu büyü, Platon’un tarif ettiği tiyatroda, insanların sahte olduğunu bilmelerine rağmen sahnelenen oyundaki davranışlara karşı verdikleri tepkilerden farklı olarak, ilk defa karanlıkta bir sinema salonunda beyaz bir duvara bakan insanların aniden kendilerine doğru gelen bir treni gördüklerinde kaçışması gibi bir büyüdür. Oysa gördükleri -yine aynı mağarada olduğumuzu varsayarsak- bir yansıma ya da bir gölgeden ibarettir. Ancak teknoloji bu yansımanın gücünü duvarlara daha kusursuz bir şekilde yansıtıp insanın kusurlu temsil yeteneğini ortadan kaldırdığı için bu gölgeler, dış dünyanın/idealar dünyasının mağaranın içini de kapsamaya başlamasıdır. İzleyici bunun bir yansıma olduğunu farkındadır, ancak insanın kusurlu temsili dışında üretilen bu yansımanın artık nereden geldiği konusunda daha çok bilgi sahibidir, dolayısıyla mağaranın dışında bir dünyaya dair bir düşünce oluşturmaya başlar. Fakat bu dünya, keşfedilmemiş yerlere dair heyecan ve merak uyandırırken, aynı zamanda modern zamanın savaşları ve katliamları ile dolu bir dünyadır.

Walter Benjamin’in bu düşünceleri ortaya koyduğu yıllarda Pablo Picasso, Guernica tablosu ile 1937 yılında Nazilerin İspanya İç Savaşındaki katliamını betimler. Walter Benjamin’i Almanya’dan kaçmak zorunda bırakan Nazi iktidarı da Platon’un eleştirdiği demokratik yollarla yönetimi ele geçiren ve popülist söylemlerle halka duymak istediği cümleleri söyleyen, şiddet dolu bir tiranlıktır. Artık içinde bulunduğumuz modern dünya, idealar dünyasının ütopik güzelliğine dair bilgilerden çok, distopyalarla dolu, karanlık ve kasvetli bir dünyaya dair bilgilerle doludur. Benjamin modern dünyanın bilgileri ile dolu halde tekrar mağaraya geri döndüğünde yanında getirmiş olduğu kopyalar ve yansımalar teknolojik dönüşüm ve sanatın aydınlatıcı gücü ile zincirlere bağlı insanları kolaylıkla dışardaki dünyaya inandıracak içeriktedir. Ancak dışarıdaki dünya, gittikçe daha “karanlık” bir yere dönüşmektedir.

2. Doxadan Simulasyona Gölgenin Dünüşümü

Basit bir gündelik cümle ile “gördüklerimiz artık gerçek değil” diyerek tarif edebileceğimiz Platon’un mağara metaforu aynı zamanda birçok popüler kültür ürünlerine da ilham kaynağı olmuştur. “Asıl gerçekliği” arayarak içinde bulunduğu koşullardan, – kendisini bağlayan zincirlerden kurtulmaya çalışan- birey, günümüzün modern dünya kahramanlarına dönüşmüştür. Bu arayış, edebiyattan sinemaya birçok sanatsal çalışmaya ve kültür endüstrisi ürünlerine konu olmuştur. Gerçeği ya da yine Platon’un betimlemesi ile idealar dünyasını tarif etmeye ya da bu dünyaya ulaşmaya çalışmak, postmodern gerçekliğin içinde bulunduğu mağaranın bilincinde olması anlamına da gelebilir. Mağara metaforu bu nedenle birçok sanatsal çalışmaya da ilham kaynağı olmuştur.

Bildik bir popüler kültür örneği olarak “Matrix” filmi (1999, Wachowski Kardeşler) – mağara metaforunun yeniden üretilmesinin tipik bir örneğidir.v Mağaradan çıkan bireyin ilk kez güneşi gördüğünde gözlerinin kamaşıp hiçbirşey görememesi/ya da idealar dünyasının bilgileri ile algısının sarsılması gibi- filmin kahramanı Neo, gerçek dünyaya ilk kez adım attığında kendisini yanıltan duyularından ve dünyasını şekillendiren kanaatlerden kurtulduğunda sarsılır ve kusmaya başlar. Kusarken ilk duyduğu cümle de “gerçek dünyaya hoş geldin!” sözleridir.

Matrix filmi, bu küçük detay dışında Platon’un mağara metaforuna dair birçok gönderme barındırmaktadır. Neo gibi, duyuları ile mağarada hissettiği herşeyin sahte gerçekliğini farkederek mağaranın dışına çıkan bireyin zincirlerle bağlanmış insanların mağaranın zincirlerle ve duyuların sınırlı algısı ile kapladığı konformizm ile savaşı, bir anlamda bilgi ile cehalet arasındaki çatışmanın bir tasviridir. Filmde, mağaranın zincirleriyle ve insanın sınırlı duyularıyla kalmayı tercih eden kişi kendi durumunu içmekte olduğun şarabın verdiği tadın aslında gerçek olmadığını kabul else de mağaranın dışındaki dünyanın mevcut kanaatlerini değiştirmesini istemediği için mağarada zincirli halde kalma kararını “cehalet erdemdir” diyerek anlatır. Öte yandan Platon’un mağara metaforunda tarif ettiği idealar dünyası tasarımına Matrix filmi bir ek yapar. İdealar dünyası bir ütopya değil, aksine distopyadır: karanlıktır, nefes alınamayacak kadar kirlidir, işgal altındadır ve çöldür. Filmde “gerçeğin çölü” olarak adlandırılan bu idealar dünyası yine de uzak durulmaması gereken, aksine uğruna mücadele edilmesi gereken yegane gerçekliktir.

Matrix filmi aynı zamanda 2400 yıl öncesinden gelen “doxa” ile “episteme” arasındaki ilişkiyi, günümüz felsefesindeki yeni kavramlarla da tarif etmektedir. Günümüz düşünürlerinden Baudrillard’ın çalışmalarına da göndermelerle yüklü olan film, ilk aşamada birbirlerine benzer görünen “doxa” ile “simulasyon”u da birbirleri ile karşılaştırır. Baudrillarda göre simulasyon, teknolojik imkanlarla gerçeğin modellenmesi ve yeniden üretilmesidir.vi Bu tür bir tanımlama her ne kadar Platon’un dünyayı ve doğayı benzetme/temsil etme anlatımına denk gelse de, günümüzün postmodern dünyasında simulasyon, gerçeğin yerine geşmiştir. Bir anlamda Baudrillard’a göre gerçeğin olmadığı temsiller dünyasında yaşamaktayız. vii

Baudrillard, kendisi ile yapılan röportajda her ne kadar kurgulamış olduğu postmodern dünya tasvirinde simulasyon ile Platon’un mağara metaforu arasındaki benzerliği bir arada sunan Matrix filmini bu nedenle eleştirse de, aslında Baudrillard’ın simulasyonunun 2400 yıl öncesinin doxasının dönüşmüş ve bugünün dünyasında yeniden yorumlanmış versiyonu olduğunu söyleyebiliriz.viii Yani Baudrillard’ı Platon’un mağarasına zincirlerle hapsetmiş olsaydık, Baudrillard da duvarlara yansıyanın gerçek olmadığını, ilk aşamada gerçekliğin bir kopyası olduğunu iddia edecekti. Buna rağmen, Baudrillard için çözüm, zincirlerden kurtulup mağaranın dışındaki idealar dünyasına ulaşmakta değildir. Çünkü günümüzün postmodern dünyası gerçek ile yansıması ya da orijinal ile kopyası arasındaki ilişkiyi yeniden oluşturmuştur. Günümüz teknolojisi ile simulasyonun rengarenk ve büyüleyen gücü, Matrix filmindeki gibi gerçeği bir çöle dönüştürmüş, hatta gerçeğin varlığını varsa da bizim üzerimizdeki etkisini bile şüpheli hale getirmiştir. Eğer ki Baudrillard mağaranın dışına çıksaydı, dışarda gördüklerinin de bir başka simulasyon olmasının mümkün olabileceğini iddia edecekti, bununla birlikte gördüğü yansımaların da mağaranın dışından gelip gelmediğinden emin olamadığını söyleyecekti. Bir anlamda Platon’un konuşturduğu Socrates’e “şüpheyle” yaklaşan Baudrillard, idealar dünyasının da başka bir idealar dünyasının mağarası olabileceğini ve bu döngünün de sonsuza kadar gidebileceğini savunacaktı.

Buna rağmen, Baudrillard’ın yeniden tanımlamaya çalıştığı, doxa ile bilgi arasındaki bu ilişki ya da ilişkisizlik, Platon’un “gölge” olarak tanımladığı tasvirlerin, günümüz dünyasında gölgeye özgü solukluğunu kaybettiğini, teknolojik dönüşümlerin sonunda mağaranın da karanlık ve kasvetli bir yerden çıktığını, artık doxanın bilgiyi yönetebilir hale geldiğini varsayacaktı. Çünkü gölgenin/ doxanın artık sadece mağaranın bir duvarında değil her yerinde olduğunu, hangi gölgenin hangi nesnenin yansıması olduğunu tarif etmemizin pek mümkün olmadığını, zincirlerimizin de gittikçe daha konforlu hale geldiğini ancak yine de varolduğunu iddia edecekti. Platon’un mağara duvarlarındaki yansımalarına bakan toplumun yerini Baudrillard’ın TV izleyen tüketicileri alır.ix Dolayısıyla mağara günümüz koşullarında ne kadar konforlu olursa olsun Baudrillard da Platon gibi mağarada olmayı bir tür tutsaklık olarak betimler. Platon’un zincirlerle betimlemeye çalıştığı mevcut sistemin günümüzdeki egemen medyanın görsel tüketim kültürüne denk düştüğünü varsayarsak, Baudrillard için çözüm, bu kez yüksek kalitesi ile bizi büyüleyen, mağara duvarında gerçekten daha gerçekmiş gibi duran gölgelere karşı kendi görüntülerimizi/kendi gerçekliğimizi duvarlara yansıtmakta ya da mağara duvarlarını kırmakta, bir başka tabirle öncelikle mağarayı işgal etmekte geçmektedir.

iPlaton, Devlet, 7. Kitap

iiWalter Benjamin, Son Bakışta Aşk, Metis Yayınevi, 2014

iiiWalter Benjamin, Fotoğrafın Kısa Tarihi, Agora Kitaplığı, 2013

ivEmir Ülger, Platon’da Sanat kuramının Düşünsel Evrimi, http://www.flsfdergisi.com/sayi16/15-28.pdf, 2013

vThe Matrix-A Complex Modern Adaptation of Plato’s Allegory of the Cave, http://vectors.umwblogs.org/2012/02/16/the-matrix-a-complex-modern-adaptation-of-platos-allegory-of-the-cave/

viJean Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon, Doğubatı Yayınları, 2011,

viiMehmet Güzel, Gerçeklik İlkesinin Yitimi: baudrillard’ın Simulasyon Teorisi’nin Temel Kavramları, http://www.flsfdergisi.com/sayi19/65-84.pdf 2015

viiiThe Matrix Decoded: Le Nouvel Observatour Interview with Jean Baudrillared, 2004, http://www2.ubishops.ca/baudrillardstudies/vol1_2/genosko.htm

ixİrfan Erdoğan, Küresel pazarı Destekleyen Popüler Aydınlar: Baudrillard ve Postmodern Medya Kuramı, http://www.irfanerdogan.com/makaleler4/baudrillard.pdf