Kurgu Diyalogları – GerideKalanlar / Görüntünün Sefaleti

Alper: Vaktin olursa şu videoya bi bakabilir misin? Bu video Şengal’den İstanbul’a uzanan tanıklıklar olarak kaldı. Görüntüleri gidip çekmek yerine ya kaydın alındığı yerde yaşayanlardan ya da oraya farklı nedenlerle kayıt almak için gidenlerin kullanmadıkları görüntüleri değerlendirmeye çalıştık. Şimdilik sadece Ankara görüntülerini biz çektik. Video her ne kadar İstanbul’da bitmiş görünse de bir anlamda savaştan ve göçten artakalan görüntülerle sanat yapmanın nafileliğine doğru gidiyor. İmkan bulursak videolar İstanbul’dan uzaklara bir yerlere gidecek.

Oktay: Videoyu izledim, Ankara Önder Mahallesi kısımının biraz fazla diyaloglu olması Şengal’den gelen sessizliğin etkisini kırmış gibi durdu. Belki batıya doğru gittikçe insanlar daha çok konuşmaya başlıyorlar olabilir. Devamı gelirse bence etkili bir çalışma olacak. Son bölüm İstanbul’du galiba. İki kez denedim internet çöktü, o bölümü izleyemedim.

Alper: Aslında pek de planlı gitmedi bu kurgu ve tanıklıklar. Ankara’da kameraya poz verenler ve konuşmak isteyenler dışında bir şey çekmek istemedik. Bir de kurguda Özge’ye gördüklerimizin kaydında kalmaya gayret etmiş olabiliriz. Yani hangi yoldan yürüyorsak ya da nereye bakıyorsak orasının kaydı gibi, bir kaydı daha şekil bir açıyla bir kez daha yapmak istememekle ilgili birşey olabilir. Sanki o ana dair herhangi bir kayda dair biraz uğraşsak ya da seçici olsak mevzuya dair samimiyet aniden kaybolacak ve görüntü avcılığı başlayacakmış gibi bir endişe…
Ama tipimiz, duruşumuz ve eldeki kamera bizi her durumda bir görüntü avcısına dönüştürüyor olabilir. Buna dair bu kadar eleştirel olmanın da bir anlamı var mı bilmiyorum. “Çekme kardeşim o zaman, ne diye bu kadar kastırıyon? Madem elinde kamera var, bu kadar düşünmenin ne anlamı var?” gibi bir sorgulamayı da kendime soruyorum çokca.
Ankara da belki o nedenle ister istemez dışardaki seslerden ibaret oldu: Birbirini olumsuzluyormuş gibi olsa da iki tane konuşma var. İkisi de “ötekiye bakan gözler”… Bizim gözlerimizden bir farkı var mı yok mu çok emin değilim. Her durumda göçmenin/kaçkının/mültecinin izlerini yorumluyoruz ve bundan bir fayda sağlıyoruz bir yandan da.
Onların barınak ihtiyaçlarını karşılamak hem bir iyi niyet gösterisi hem de bir rant sağlama amacı. Bıraktıkları karpuz kabuğu “pislikleri” bir nefret ögesi, tüm bunların görseli de sanatsal/akademik vs hijyen alanların mevzusu. Geçen sene Almanya’da Angela Melitopoulos ile konuştuğumuz “becoming animal” mevzusu gibi… Mülkiyet yerine koku bırakan hayvanlara dair en faşizan ya da en dostane tavırlarda da ister istemez ikircikli bir durum çıkıyor. Mağdurun yanındaki imaj görünümündeyken mağdurdan doğrudan/dolaylı fayda sağlama ihtiyacı ve mülksüzleşme halini anlatırken görüntünün ve görüntünün artı değerlerinin mülkiyetine dair verilen karmaşık cevaplar…
Bir devrimci pratikte düşünüp kendi konumumuzu net bir şekilde yansıtma çabası bu duruma bir çıkış üretir mi? Çok emin değilim, ama Ankara’da birlikte yürüdüğümüz Evrensel muhabirindeki kaydetme hevesinde ve inadında hiç bir yabancılaşma anı yoktu. Her şey çünkü o büyük resmin ve baştan belli neden-sonuç ilişkilerinin detayıydı ona göre muhtemelen. Bu büyük resmin dışında kalan bir durumu da hem kaydetme cihazı, hem de bellek kolayca dışlıyor galiba. Büyük teorilerle tutarsız olma riskini hemen ortadan kaldırmak gerekir çünkü…
Bu tür bir arada kalma ya da yabancılaşma Şengal görüntülerinde çokca var. Kaydeden her durumda tedirgin. Bu tedirginlik öncelikle çok pratik bir durum: Mağaza heykellerinin olduğu alana koşarak giriyor, hala ortalıkta sniper olduğunu bilerek… Ama devamında kaydetmenin ona da zul geldiğini düşünüyorum. Ya da kaydettikten sonra “karahaber” için bahsettiğin kameranın içine akrep girmiş olma duygusu… Belki bu görüntüleri bize vermese rahat edemeyecekti, belki de tam tersi – tedirgin oldu görüntüleri verirken, neye dönüşeceğinden korkmuş da olabilir, bilemem. Yine de videonun bitmiş halini ona gönderdiğimizde ve sonraki konuşmalarımızda sanki buruk bir mutluluk vardı. Bir yerde vedalaşırsın sana acı veren görüntüyle, ama gittiği yer de kötü bir yer değildir, ya da olmaması gerekir eğer ki peşi sıra gelen kayıtlarda benzer hisler sürükleniyorsa…
Ama başka bir taraftan bakarsak bu kurgu ile Spinoza’nın övdüğü “bilinçdışına” veda ediyoruz. Bir sonraki kayıtta / yerde artık görüntülerini bize veren yönetmen”boş görüntüler bunlar” diyor. Sokakta kimse yok çünkü. Canlı bir sokak olması gerekiyordu oysa. Çünkü bir devrim olmuştu ve onun görseli boş bir sokak olamaz. Eğer ki kaydedilen devrim sonrası boş bir binaysa da o binaya dair bir fikrin ve eylemin mutlaka olması gerekir.
Sınıra geldiğimizde rahatsız edici kamera sesleri uzaktaki savaşın dönüştüğü formları ele veriyor. Bu tür anları kaydeden insanları çekmeyi çok istiyorum, eğer illa ki birşey çekeceksem. Her şeyi sadece kamerayı kullananın yüzünden anlamaya çalışmak gibi… Aslında tam olarak neyi gördüğünü ve gördüğü şeyi kaydederken neyi düşündüğünü anlamaya çalışmak…
İstanbul çekimleri sırasında Halil, bir yerde bıçaklanmaktan korkmuş: Biri tehdit etmiş kayıt yaptığı için. Sonrasında gittiği yerde ise çocukların atlama – zıplama oyununa dahil oluyor. Bir yerde çok sıkılıyor/yılıyor olsa gerek durumun sefaletinden, ya da ben öyle düşünüyordum izlerken. Sanki aslında utanç verici bir şey yapıyor olabiliriz endişesi…
Şengal-İstanbul hattı Taksim Meydanı kaydında bitiyor. Taksim Meydanı aslında İstanbul’un Artığı videolarından gelen bir kayıt: Melodika çalan kız, kaydedeni gördükten sonra bi şekilde yüzünü kapatmaya çalışıyor. Kurguda 3 kere kaldırdım görüntüyü, 4 kere tekrar ekledim. Ne de olsa kaydeden de bir sokak müzisyeniydi, durumu-hali ordaki çocuğun durumdan pek farklı değildi. Ama elindeki kamera şekil bir kameraydı ve o görüntü de o anın finaliydi… Desem de hala itiraf edemiyorum. Evet, lanet olsun çok güzel bir görüntü… Taksim Meydanı’nda arkasına Gezi Parkı’nı almış bir çocuk melodika çalarak dileniyor. Çokçokçok anlamlı… Bir dahakine bu görüntüyü kaldırıcak mıyım? Kaldırırsam da bu işi toptan bırakır mıyım? Neyin peşindeyim? Anlamın ve bilincin peşindeyim. Şengal’de ağlayan kadının çocukluğuna dönüyorum Taksim Meydanı’nda. Durum çok boktan ama hala güzel. Kaldıracam galiba bir sonraki versiyonda…

Oktay: Videonun İstanbul bölümü yine çaktı bakamadım Taksim’de çalgı çalan kıza. Niye çalıyordu? Üç beş kuruş kazanmak için. Peki üç beş kuruş teklif edip görüntü çekmek için izin isteyenlere ne yanıt veriyordu acaba turistik bölgede? O, o meydanda kendi imajını oluşturmuş, sizi cezbeden şey belki bir tırnak artısı: müzik, yoksulluk, çocukluk, belki belli bir duruş ve jestle oluşmuş imaj. Bu imajı satın aldın, ya da çaldın, avladın. Kente “arşivciler” gelmiş, ellerinde kameralar. Onlara yasak yok. Sorsan şöyle derler: “Varlığı mekandan zamana taşıyoruz.” Hee hee… O çocuğunun dünyaya yaydığı simgesel büyüye kapıldıysan bundan suçluluk duy ama “suçuna yakış”. Zaten görüntünün zehri, kaydetme ile oluşur. Görüntüyü kaydederken çalmak, satın almaktan evladır, çünkü para legaldir. Karşılıklılık o büyüyü başından bozar zaten. Geçip gidersin aklın o görüntüye takılır. Git izin iste, O da “tamam” desin, o zaman da montajın tadı kaçar.

Şimdi izleyebildim. Çocuğa haksızlık etmişsin kardeş. Asıl suçu montajda işlemişsin. Onun görünümünü o kadar kısa kesmişsin ki kendi tedirginliğinin kurbanı yapmışsın çocuğu. Sonra melodikasının sesini çalmak yerine, gasp etmişsin imajından ve araç gürültüleri arasında boğmuşsun. Kendi kapıldığın büyüyü, onun filmdeki varlığından sakınmışsın. Kameraya kaydedilmeden bir görüntü bir insanın zihnine kazınabilir, onunla birlikte gider, o imajı yeniden üreten, tuvalde, sahnede, ya da perdede, bir şekilde gündelik hayatında etkin olmaya devam eder. Zihinden bahis kontrol dışı bir bilinç bu. Ancak bakmayarak önleyebiliriz zihne kazınmasını. Zihnin kontrol dışı olması, bizim kamera kaydında hissettiğimiz suçluluk duygusundan azad olmasıyla ilgili. O kişi mesela bir sanatçıysa zihnindeki imajın ancak bir kopyasını, veya izlenimsel imgesini yeniden üretir ama o, o imaj değildir artık. Kendi zihnimiz sürekli bu faaliyet içindeyken kameranın elimizde olmasının yarattığı kontrolün bizde olması ve bunun yüklediği sorumluluk, vicdan,etik… Bir yaşam kesitinin sahibinden çalınması zamana bir hediyedir. Onun gündelik yaşamını bir gün olumlu etkilemesi veya etkilememesi başka bir düzlem. Burada bir yüceltme hali var gibi de… Arşivimizdeki yaşamların onların gündelik hayatıyla nasıl ilişkilendiği sorusu bitmez: Nostalji mi yoksa? Biz bakmaya devam ediyoruz işte…

Alper: Buna benzer birkaç an daha olmuştu Taksim’de. Meydanda tekerlekli sandalyede yaşlı bir adam Arapça dualar ederek dileniyordu. Yanına gitmiştim. Birden benimle konuşmaya başladı. Elimdeki kamerayı görünce de sustu. Çekmediğimi ve çekmeyeceğimi söylesem de ilgilenmedi. Uzaklaşmıştım utanarak… Meydanın biraz ilerisinde de çöp konteynerlerinin olduğu bir yere yakın oturmuş “gözlem yapıyordum” bir defasında da. Kameram çantamdaydı, ama çıkarmadan sadece izlemek istiyordum. Bir süre sonra Orta Anadolu’dan geldiğini bildiğim bir kağıtçı, konteyneri ayıklamaya başladı. Ardından gelen Suriyeli bir kağıtçıyı görünce çok sinirlendi, itekledi, vurdu, bağırdı, çağırdı: “Yeter lan, bıktım sizden her yerde varsınız” dedi. Suriyeli gencin gözleri doldu, ama ne gitti ne de cevap verdi, ısrarla adamın ilk elemeyi yaptığı konteynerde kalan plastikleri almaya devam etti.
İstanbul’un Artığı’nda buna tanık olduktan sonra meydanı çekemeyeceğimi düşünmüştüm. Kurguda meydan kayıtlarını izlediğimde bu duygudan kaçış yok diye düşünmüştüm. Sonra da çok düşünmekten bıkıp “neyse o’dur” diyerek devam etmeye karar vermiştim. Özge, çöplerin içinde beslenen, kapışan kedileri ve diğer hayvanları kaydetsek bu durumdan kurtuluruz diye düşünmüştü. Hatta kaydetmeye de başlamıştık. Sonra konu dağıldı, bir daha da geri dönmedik…

Şimdi GerideKalanlar nasıl devam eder bilmiyoruz. Hani şöyle şekil bir cümle kursak: “Göç rotasında mültecilerin umuda yolculukları sırasında yaşanan çaresizlikleri ve dayanışmayı kaydetmek ve bunu….” falan filan desek elbet inandırırız birilerini. Bodrum’a ve İzmir’e gitmeyi düşünmüştük bir ara, sahillere vuran “artakalan” nesneleri kaydetmek için. Bu durumda yukarıda yazdığım bir şeyi tekrar yazayım ki kendime cevap olsun: “Bu tür anları kaydeden insanları çekmeyi çok istiyorum, eğer illa ki birşey çekeceksem. Her şeyi sadece kamerayı kullananın yüzünden anlamaya çalışmak. Aslında tam olarak neyi gördüğünü ve gördüğü şeyi kaydederken neyi düşündüğünü anlamaya çalışmak…” Bu kafayla gidersek kendimizi çekmemiz gerekir artakalan avcıları olarak galiba.
Aylan Kurdi’nin cansız bedeninin fotoğrafını çeken kişi yılın fotoğrafı ödülünü aldı. Ödülü alırken ciddi ve mutsuz yüzü… Hani bir şey söylemenin de anlamı yok artık gibi… Tanımadığın birinin kaydını ve kaydetme niyetini kıyasıya eleştirmeye de gerek yok sanki. Berkin öldükten sonra Berkin’in zafer işareti yapan resminin ortasına copyright koyma pratiğine de artık pek bir söz bulamıyorum. Belki de tüm bu kayıt işlerinden vazgeçmek gerekiyor…

Oktay: Yazdıklarını daha sakin okuyup bir şeyler daha yazarım. Sadece şunu baştan sorayım: Aylan Kurdi’nin o fotoğrafının bütün Avrupa’da mültecilik meselesini ne hale getirdi? Liderlerdeki telaş, Erdoğan’la anlaşmaları, “Aman Aylan Kürdi’ler Türkiye’de kalsın, denizlerde yollarda ölmesin, ama sen Türkiye’de Kürdler’e istediğini yapabilirsin, biz ses etmeyiz” anlamına mı gelir? Onların derdi, Aylan Kürdi gibiler Avrupa yollarında ölmesin, kazara sınırı geçip başımıza bela olmasındı. Aylan Kürdi’nin fotoğrafı fotoğrafçısına ne ödül getirdiğinden çok Kürdler’in başına başka neler geleceğini de simgeleyen bir fotoğraf oldu.

Alper: Mevzu da bu biraz. Yani bu fotoğrafı çeken fotoğrafçının belki de farkına varmadan oluşturduğu simge ile mevzunun içeriğinin doğrudan ya da dolaylı tüm devletlerin aygıtları tarafından propagandalaşması. Bu nedenle böylesine trajik bir imajın gittiği yolu öngörmek pek mümkün olmuyor. Bir propaganda makinası sen ne yaparsan yap konjünktür gereği istediğin mevzunun tam aksinde gidebiliyor. Aylan Kurdi’nin simgesel bedeni Avrupa’dan gelecek 3 milyar yuro karşılığı bedenler kadar ağırlaşıyor.
Benzer bir durum Berkin ölünce “piyasaya sürülen” fotoğrafı için de geçerli. Fotoğraflar çocuğu ya melek ya da şeytan yaptı ve hatta bizim gibilerin de çalıştırdığı benzer propaganda makinaları tarafından çocuğun bedeni bir şekilde başka bir temsile dönüştü.

Bu haberi bugün gördüm: Galatasaray futbol takımı borcunun ertelenmesi için UEFA’ya gösterdiği gerekçelerde Aylan Kurdi’nin resmi de var:
http://www.radikal.com.tr/spor/galatasarayin-savunmasina-aylan-bebek-de-girdi-1499472/
“Felsefe’nin Sefaleti” gibi görüntünün sefaleti mi desek ne desek bilemedim.

Sonunda düştüğümüz hezayana dair bir alıntı ekledim: 2002’de “Kısadevre”nin sayılarından birine hevesle koymuştuk. Hep aynı sorular sanki…

“…Bir tarayıcı neler görür? Yani gerçekten görmekten söz ediyorum. Kafasında? Kalbinde? … Umarım berrak görüyorlardır, çünkü ben bu günlerde kendi içimi göremiyorum. Sadece çamur görüyorum. İçerisi çamur; dışarısı çamur. Herkesin iyiliği için, umarım tarayıcılar daha iyisini görüyorlardır. Çünkü eğer tarayıcı sadece karanlık görüyorsa, yani benim gördüğüm gibi, o zaman bizler lanetlendik demektir…” (Philip K. Dick – Karanlığı Taramak / 1977)

Ankara – 2016