İstanbul’un Artığı – Kurgu Notları

Artıkİşler Kolektifi – 2014  // 

Aşağıdaki izlenimler, 1 Nisan – 29 Nisan 2014 tarihleri arasında “İstanbul’un Artığı” videolarının kurgusu süresince yazılan günlük kurgu notlarıdır.

1 Nisan – Beyoğlu -Tophane

2012’de Depo’da “Agir u Govend” (Ateş ve Düğün) vidyo sergisini Oktay (İnce) ve Özge (Çelikaslan) ile yaptığımızda Ankara’da geri dönüşüm işçilerinin yaşamlarının ardındaki zorunlu Kürt göçünü ve görsel belleğimizi eski televizyonlarla birlikte Tophane’deki sergi alanına getirmiştik. İstanbul’da gezgin olmanın marazlarından biri de sürüklenmek… Sürüklenmeyi durdurduğumda da yeniden Tophane’ye taşınırken buldum kendimi. İstanbul’un Artığı’nı anlamak ve anlatmak için niyetim evden (Tophane) çıkıp, bir yerlerde kamerayı da görsel belleği de arkadaşlarla paylaşarak Ümraniye’de 28 Nisan 1993’te patlayan çöp dağının bulunduğu yere geri dönüşümün izlerini takip ederek gitmek… Ya da öyle umuyorum. En azından evden çıkmış olayım da…
Tophane’de gördüğüm ilk geri dönüşüm işçisi ile konuşmamda,“çekim yapmama müsaade var mı?” sorusuna “çek, sorun değil, ama bizim ardiyenin içini çekme, arkadaşlar laf edebilir” cevabını aldım. Ardiyenin önünde elimde kamerayı gören biri sert bir yüz ifadesiyle “Piyasada en pahalı mankenin aldığı para neyse onu isterim” dedi. Ardından gülerek ekledi: “Ama iyi oynarım ha…” Olmak istemediğim biri gibi mi görünüyorum elimdeki kamerayla? Mümkündür, bana bakan önce kameranın lensini görüyor. Geri dönüşüm işçisi de görüntüsünün turistik ya da sanatsal olabileceğinin benden daha çok farkında…
En iyisi kendi sokağıma dönmek, Kumbaracı Yokuşu’nun postmodern dili kadrajdaki herşeyi fetişe dönüştürecek sanki… Kaldığım apartmanın önüne atılmış kanepe, elli metre ötesindeki bozuk çamaşır makinesi.. Biraz daha ilerleyince de Kumbaracı Yokuşu akılda kalmıyor. Hurdalık deposu çıkıyor karşıma, arada bir yerlerde bir kuş ötüyor, içerde geri dönüşüm işçileri dinleniyor. Hurdalığın sahibi Mahir Abi kapısında “müdüriyet” yazan oda ile yandaki ikinci el dükkanı arasında gidip geliyor
“Ben de buralarda kalıyorum yaklaşık bir yıldır” diye başlıyorum kendimi tanıtmak için. Bu pek inandırıcı gelmiyor Mahir Abi’ye. Memleketimi soruyor. Tokat, sevdiği memleketlerden biri çıkıyor. Gelini de oralıymış. Konuşmayı kabul ediyor. Kamerayı masaya koyup derdimi anlatmaya çalışıyorum, neden çekim yaptığımı, neyi anlatmak istediğimi… Sonrası geliyor. “Biz hep burda eskiden kalan Romenleri hor gördük, onları burdan gönderdik, şimdi de hurdalığa mal gelmiyor, burada da kiralar arttı, bizi de başkaları gönderecek galiba” diyor dertleşme hevesiyle. Ona bir fotoğraf sözüm var. Yarın bastırıp vermeliyim.

2 Nisan – Beyoğlu – Galata

Yıllar önce Express Dergisi’nde İstanbul’da mutenalaşmanın 3 aşamasından bahsediliyordu. Örnek olarak gösterilen semt de Galata’ydı. Derginin konu aldığı raporda Galata’nın, mutenalaşmanın son aşamasına geldiğini anlatılıyordu. İlk aşaması kiraların düşük olduğu bir semte fakir sanatçıların taşınmasıyla oluyormuş, onların varlığı ile semtin ‘otantik dokusu’ bir izlenceye dönüşürken ve semtin popülerliği artarken, kiralarda kıpırdanmalar baş gösteriyormuş. Zamanla semte dair ilgi arttıkça maddi durumu görece daha iyi sanatçılar bu semte yerleşmeye başlıyormuş. Böylece kapitalizmin sihirli arz-talep makinesi çalışmaya başladıkça ve kiralardaki kıpırdanmalar zıplamalara dönüştükçe, binalar ‘eski dokusu korunarak’ geri dönüşürken önce semtin eski sakinleri, ardından fakir sanatçılar semti terk ediyormuş, geriye de sadece zenginler kalıyormuş.
Gülümseyişinden aldığım cesaretle Galata’da hurda toplarken birlikte gezme izni aldım Mustafa Abi’den. “Geçen TRT’den birileri geldi, onlar da çekim yaptılar, böyle gezdik…” Sanki ben onu tanıyorum, o da beni tanıyor bir yerlerden. Yine memleketten bağ çıkarmaya çalışıyor. Meğer komşuymuşuz bir ara… Bir yıl önce kaldığım evin yan binasındaki depoyu işletiyormuş. Yeğeni Ersin’in kamyonetiyle 3 kez ev değiştirmiştim. Bu dört yılda kaldığım semtlerse Aynalıçeşme, Balat ve Tophane… Bu semtler mutenalaşmanın hangi aşamasında acaba? Ben şimdi mutenalaşmanın fakir sanatçısı mı oluyorum bu durumda? Ya da bu semtlerin 50-60 yıl öncesini düşünmeden bugüne dair bir şeyler söylemek ne kadar anlamlı olur? Mustafa Abi, Galata ile Tophane arasındaki yere neden ‘Gavur Mahallesi’ dendiğini bilmiyordu. “Herhalde eskiden yabancılar kalıyordu burada” dedi konuyu kapatmak istercesine.

3 Nisan – Beyoğlu – Çukurcuma

Bilge (Emir) ve Şiar’la (Bozkut) kameralı insanlar olarak İstanbul’da ‘nitelikli’ atığın kalbine doğru ilerliyoruz. Sağımızdan solumuzdan kağıt toplayıcıları ve hurdacılar geçiyor. Bir geri dönüşüm işçisi “siyah-beyaz resimlerin para ettiğini 3-4 yıl önce öğrendim.” demişti.” Beyoğlu’nda çöplerde buldukları bu resimleri Çukurcuma’da antikacılara satıyorlarmış.
Çukurcuma, İstanbul’la büyülenmek isteyen her turist için egzotik bir yer. Bir açık hava müzesi, güncel sanat yerleştirmesi gibi duruyor sokakta da içerde de bilinçli bir boşvermişlikle yığılmış nesneler. Fonda çalan şarkılardaki tercihler ve raflardaki bilinçli dağınıklık İstanbul’un popüler kültürünün pazarlanma tekniklerini ortaya çıkarıyor. Atığın, belki de biçilen fiyatlarından dolayı en gizemli hale dönüştüğü yerlerde geziniyoruz.
Hıristiyanlık simgelerinin yığıldığı masanın yanında, esnaf açıklama yapmak zorunda hissediyor sanki: “Turiste daha çok yöneliyoruz.” Bir tarihi film/dizi de çekmediğimize göre Çukurcuma’nın hedef kitlesi biz değiliz gibi görünüyor. Beyoğlu’nun ‘nitelikli ve pahalı artığından büyülenmek gibi bir saplantınız varsa bu dükkanlara oturup Edith Piaf ya da Zeki Müren eşliğinde orientalist duygularla izlenimler, şiirler yazabilirsiniz.
Bir yabancılaşma anı: İki İtalyan turist çok beğendikleri ‘eskitilmiş’ bir siyasi parti promosyon kutusunu satın almaya çalışıyor. Çok şaşırıyorlar gördükleri kutuda Kız Kulesi resminin üstündeki sembolün bugünün iktidar partisinin amblemi olduğunu öğrendiklerinde… Onlar için anlatılacak ironik bir anekdot oluşuyor böylece. Antika dükkanının sahibi eskitilmiş kutuyu İtalyanlara sattıktan sonra bizimle tatlı-sert politik bir tartışmaya giriyor. Türkiye’ye İstanbul’dan, Beyoğlu’ndan bakmamak gerektiğini söylüyor. Biz giderken de Gezi’deki ‘yabancı parmağından’ ve komplo teorilerinden bahsediyor. ‘Yabancılara’ satılan bu antikalar arasında kişinin kendisi ile çelişmesine günah da yazılmıyor gibi…
Her dükkanda “bu eşyalar kimlerindi, kimlerden alıyorsunuz, buraya nasıl geliyor?” sorusuna muğlak cevaplar alıyoruz. Girdiğimiz son dükkanda birinin ağzından dökülüyor birden cümleler. “Kimse benim çok güzel antikam var, size satayım demez. Birileri birilerinin evini boşaltıyor nasıl olsa… Eski Rumların, Ermenilerin falan…Onlar bitti artık, onlar kalmadı…o eski evler de bitti artık…”

4 Nisan – Beyoğlu – İstiklal Caddesi

Antikacılardaki “O eski evler…” sözünün yankısıyla Çukurcuma’dan ayrılmadan önce yol ağzındaki ahşap metruk bina tüm kasvetiyle beni durduruyor. Bir an oradan ayrılmak zor geliyor. Bir tarafta duvarına ilan yapıştıran genç, diğer tarafta çöp konteyneri ve konteynerin yanına atılmış kıyafetler, nesneler… Bina, taşıdığı anlamların yükünden yıkılacak neredeyse.
Binayı ardımda bırakıp birkaç adım atınca önümden biri geçiyor sırtında çuvalıyla. Çuvalın içindekiler eski kıyafetlere benziyor. Mevzu artığın izini sürmekse en iyisi bu çuvalın peşinden gitmek ve buralardan – bir süreliğine de olsa – uzak durmak…
Çuvalın peşinde yokuş çıktıkça Beyoğlu dekoru poz veriyor. Ara sokaklardan İstiklal Caddesi’ne çıkıyoruz. Bu kez insan seli, taşınan bir çuvalın ardında poz veriyor. Cadde boyunca ilerliyorum çuvalı taşıyan kişinin peşinde…
Antoni Muntadas’ın ‘Çeviri Üzerine: Açık Radyo’ vidyosunda Fırat (Genç) İstiklal Caddesi’ni şöyle tarif ediyor: “Sadece birlikte yaşamak, aman da ne kadar kardeşiz, yan yana yaşıyoruz demek değil… (İstanbul) o çarpışma alanlarının da, politik alanların da kalktığı bir yer. Taksim bunun çok iyi bir örneği. İstiklal Caddesi artık üstünde çatısı olmayan bir ‘shopping mall’ aslında. Bir alışveriş merkezi. İki tarafında güvenlik güçlerinin beklediği, kimin girip kimin çıkmadığının denetim altına alındığı, muhtemelen Zeytinburnu’ndan gelen çocuğun ya da Tarlabaşı’ndan gelen Kürt çocuğun, – şeytani imgelerle donatılmış o çocuğun – kapısından alınmadığı bir ‘shopping mall’ orası…”
‘Görüntü kirliliği yaratmamak’ gerekçesiyle kağıt toplayıcılarının İstiklal Caddesi’ne girişi belediye tarafından yasaklandı uzun süre önce. Belediye ile anlaşmalı özel bir firma, belediye logosuyla ve temiz araçlarıyla İstiklal Caddesi’nin ‘nitelikli atığını’ topluyor. Plastik kalpler caddeyi süslemiş, polisler normal mesaisinde Galatasaray Meydanı’nda. Tünel’e doğru zabıtanın izin verdiği yerlerde sokak müzisyenleri… Hepsinden sıyrılıp çuvalın peşinden Suriye Pasajı’na giriyorum.

5 Nisan – Beyoğlu – Suriye Pasajı

Bilge ile pasajda ikinci el denilen şeyin kaç kez el değiştirdiğini hesaplamaya çalışarak ‘by retro’ mağazasına girdik. Burası Çukurcuma gibi değil, tüm İstanbul bir tarihi film seti olsaydı, burası da oranın kostüm tasarım yeri olurdu herhalde. Oysa biz artığın başka halleriyle ilgileniyorduk. Artık diye tabir ettiğimiz şey her ne ise, şık bir şeye dönüşüyor bu kocaman mağazada. Mağazanın sahibi Hakan Abi’yle konuşuyoruz. Marka, retro, vintage kavramları arasında bu mağazayı anlatıyor. Biz de mevzuya dair asıl derdimizi anlatmaya çalışıyoruz. Hakan Abi lafımızı kesiyor, “Ben anladım sizi, siz beni anlamadınız ama…” diyerek cebimize Neşet Ertaş’tan iki türkü koyuyor. Bu mağazanın asıl hikayesini anlatmaya başlıyor. Neşet Ertaş’la Tuncel Kurtiz’in ortaklığında kurulan 2. el dükkanı… Bir kafa dağınıklığı ile çıkıyoruz İstiklal Caddesi’ne…

6 Nisan – Beyoğlu – Tünel

Suriye Pasajı’nın hemen yanında, akşam üstü bir artık yığını oluşuyor. Önce belediyenin logosunu taşıyan özel bir şirketin nitelikli atık toplama aracı, ardından belediyenin çöp toplama aracı bu yığını kısa sürede eritiyor. Yığın içindeki birkaç şey, hem geçenler hem de artığın birikmesini bekleyenler tarafından toplanıyor. Ben de bekleyenlerden biriyim, artığın kendisini olmasa da görüntüsünü topluyorum.
Yanıma, üzerindeki iş kıyafetiyle çevredeki restoranlarda çalışıyor olması muhtemel bir genç oturuyor. Telefonla, geldiği memleketteki jandarma ya da polis karakollarını arıyor. Hakkında yakalama kararı çıkmış, nedenini öğrenmeye çalışıyor. Ama onu sürekli trafik şubeye bağlıyorlar. Bu arada çöp yığını son gelen araçla birlikte tamamen eriyor. Çöp toplama aracı Tünel’den Galatasaray meydanına doğru ilerliyor. Bu İstiklal Caddesi illüzyonuna bir süreliğine ara vermek gerek.

7 Nisan – Beyoğlu – Topçekerler Sokağı

‘Beyoğlu’nun arka sokakları’ diyerek pazarlanan yer burası… İstiklal Caddesi’nin bilinçaltı, artığı, caddenin gösteri alanına oranla burası yarı görünmezlik, yarı gösteri alanı. Herkesin herşey olabildiği bir yer. Bir de burada kağıda, plastiğe çıkanlar var. Eğlence alanlarında dümdüz sınıf çelişkisi fotoğrafları veriyorlar her yürüyüşlerinde. Çoğunlukla geldikleri ya da gittikleri yerse Tarlabaşı.
Baudelaire “Kötülük Çiçeği”nde toplayıcılardan bahseder. Belki de ilk kez Baudelaire literatüre sokuyor toplayıcıları. “Kasendeki şarabından içeyim küçük toplayıcı” diyerek tarif etmeye çalıştığı toplayıcı, Baudelaire’in gözünde modernizmin çarkları arasında ezilmiş birey…
Ama derdimiz Paris’le değil, Beyoğlu’yla… artık, sokaktaki haliyle 7-8 saatlik çalışma sonunda günlük 20-30 liralık bir varoluştan ibaret. Geri dönüşüm, kapitalizmin en vahşi yüzüyle karşımıza çıkıyor. Geri dönüşüm işçilerinin çoğunun derdi belediye ile… Sokağa attığımız herhangi bir şeyin geri dönüşüm değeri varsa artık belediyenin malı ve belediye bu değerli atığı bir şirkete ihale ederek rantı paylaşıyor. Kendi başına çöpleri ayrıştıran geri dönüşüm işçisini de görüntü kirliliği yaratmakla suçluyor.

8 Nisan – Beyoğlu – Yeni Çarşı Caddesi

Galatasaray Meydanı’ndan aşağıya inen yol, Yeni Çarşı Caddesi, geri dönüşüm işçilerinin çıktığı zor bir yokuş. Birçoğu arabayla çıkmıyor, sırtlarında çuvalla bu yokuşu bitirmeye çalışıyorlar. Cadde sakinlerinin artıkla kurduğu ‘karmaşık’ bir ilişkisi var, caddenin sakinleri de oldukça çeşitli görünüyor. 50 metrede sınıflar ve farklı diller arasında hızlıca gidip gelmek mümkün…
Sokağın sonundaki kahvede çalışan ocakçı, turistleri de seviyor, Osmanlıyı da seviyor, aslında bir Orta Anadolu köyünde imamlık yapmış, sonra İstanbul’a göç etmiş, ilerdeki Boğazkesen Caddesi’nin ‘kafirlerin boğazlarının kesildiği’ kasvetli tarihinden gururla bahsetmeden edemiyor. Tepki olarak sadece şaşırmış gibi yapmak, Beyoğlu’nda bu iç ürperten çelişkilere şerbetli olmak gerekiyor. Yoksa bu yol bitmeyecek. Yukarıdaki mağaza sahipleri caddenin yeni halinden memnun. Caddenin başında bir çöp konteyneri var, ilerlediğinizde ‘sebil kıyafetler’ dağıtılıyor. Aralarda şık ikinci el dükkanları ve mağazalar… Her durumda da sanki herkes birbirinden memnun ve yardımsever görünüyor… Caddenin eski sakinleri mi, turistler mi, boğaz kesenler mi, çöp mü, vintage mi, dayanışma mı, sadaka kültürü mü kameraya güzel çıkma çabası mı… En çok kediler halinden memnun sanki, her geçen turiste poz veriyorlar.

9 Nisan – Beyoğlu – Galatasaray Meydanı

Aslında niyetim, Galatasaray Meydanı’ndan Ömer Hayyam köprüsüne doğru, Tarlabaşı’na dokunmadan, cadde üzerinde alışveriş yaptığım ikinci el dükkanlarında dolaşmak ve burada çalışanlarla sohbet etmekti. Meydan’ın hemen yanındaki binanın yıkımı beni durdurdu. ‘Kirli duvar dokusu’ ismiyle internette pazarlanabilecek görsellerde dolu, elinde fotoğraf makinesi ile ben dahil orada gezinen birkaç kişiyi bir süre durduran heybetli bir yıkım gerçekleşiyordu meydanın hemen yanında. Yıkımı gerçekleştiren işçiler, yıkımdan çıkanları bekleyen hurdacılar ve geri dönüşüm işçileriyle birlikte beklemeye başladık. Bu yıkımı ‘resmen’ gerçekleştirenlerin anlattığına göre meydanın hemen yanındaki İngiliz Konsolosluğu’na 2003’te yapılan saldırıda patlama sonucu ağır hasar gören binanın yıkımıymış şu an izlediğimiz gösteri…
Bir süre sonra Topçekerler Sokağı’nda tanıştığımız geri dönüşüm işçisi Yılmaz abi ile karşılaştım. Onun rotasını takip ederek meydanı geçtik. 472 haftadır her cumartesi meydanda toplanan kalabalığın içinden geçip ilerledik. Meydanda yenilenen PTT ofisi inşaatında çalışan işçiler Yılmaz abiyi durdurdu. Binadaki atık kağıtları el birliği ile onun çuvalına koydular. Yılmaz Abi’nin %75 engelli raporu varmış. Bu işi eskisi gibi yapamıyormuş artık. “Ardiyede Suriyelilerle, Afganlarla kalıyoruz. Onlar da gelince çöp azaldı sanki” dedi gülerek. Devam edemedim. 472 haftadır bekleyenlerin yanına gittim.19 yıl önce cesedi çöplükte bulunan birinin resmini tutuyordu bir kadın solmuş yüzüyle. Algıda seçicilik mi bilemesem de orada da duramadım. 11 sene önce patlama sonucu yıkılan binaya geri döndüm. Bina neredeyse boşaltılmıştı. Yıkım kamyona yüklenirken önümden bir Cumartesi Annesi elinde karanfille geçti Tarlabaşı yönüne doğru. Herşey 2 saatte gerçekleşti.

10 Nisan – Beyoğlu – Ömer Hayyam Caddesi

Bu kez Ömer Hayyam Caddesi’ne gidebildim. Ömer Hayyam Caddesi’nin kıyısındaki sokakta duran ikinci el eşya dükkanında iki sene önce bitiremediğim bir televizyon alışverişini hatırlayıp dükkan sahibinin nezaketine güvenerek içerde birkaç saat misafiri oldum. Anlattıkları bir çoğumuzun bildiği şeylerdi aslında, ama buraları terk etmek zorunda kalanların yaşamlarının, eşyaların diliyle anlatılabileceğini düşünmemiştim…”Rumların mobilyaları çok kaliteliydi, gerçekten usta işiydi, şimdi herşey sunta… Onların çöpü de temizdi, komşuluğu da iyiydi. Neden gittiler anlamadım. Galiba rahatsız edildiler burada. Çünkü nazik insanlardı.” Bu cümleler arasında Arapça konuşan birkaç müşteriye bir koltuk, bir dolap satıldı. “Bunlar da yeni geldiler buraya, çok acıyorum hallerine, bazen parasız veriyorum bu eşyaları” dedi bir açıklama yapma ihtiyacı hissederek. Tarlabaşı’na dokunmadan eve döndüm.

11 Nisan – Beyoğlu – Tarlabaşı

Tarlabaşı görüntüleri Erhan (Arık) tarafından 2010 yılında kaydedildi. O vakit, Tarlabaşı’nda hurdacılık yapan Aslan ile konuşmuş. ”Ne kentsel dönüşümü abi ya… Bizi önce köyden kovdular, şimdi de buradan kovuyorlar, ben Halkalı’da kağıda mı çıkayım şimdi” diyor Aslan sinirlenerek. Erhan”n yaptığı çekimlerden bugüne Tarlabaşı kalmadı. Aslan da dahil, kayıtlarda görünen birçok kişi artık orada yaşamıyor. Çoğunluğu İstanbul’un çevre semtlerine göç etti ya da başka evlere dağıldılar. Bugün kalan taş ve moloz yığınını da şantiye alanlarından kamyonlar şehir dışına taşıyor.. Binalar yenileniyor, burada eskiden yaşayanları / yaşamak zorunda kalanları her defasında uzaklarda yaşamaya zorlayarak… Yeni Tarlabaşı bugünün yeni orta-üst sınıfını kendisine hedef seçerek kuruluyor.

12 Nisan – Beyoğlu – Taksim Meydanı

Alper’in aklımı çelmesi ve elime kamerayı vermesiyle meydana çıktım… Geri dönüşüm isçilerini takip etmek; bu sefer gözlerimin yerine kamerayı kullanıp yaşamlarına, mücadelelerine tanık olmaktı niyetim.. Video da öyle başlıyor zaten.Takip ediyorum meydandan Elmadağ’a doğru yorgun ama hızla ilerleyen kağıtçıyı. Sonra o zamanlar daha yeni yeni trafikte görmeye alıştığımız, karın tokluğuna dilenmek zorunda kalmış küçüklü büyüklü Suriye’li çocuklar ve anneleriyle karşılaşıyorum.. Arabalar durduğunda el açıyor bazısı, bazısı cam temizliyor. Çocukların yüzleri herşeye rağmen gülüyor. Anneleri, “babaları savaşta” diyor.
Sefalet, yorgunluk, ürkeklik, gene de umut, gülebilen çocuk yüzleri gene de. Kameranın pili bitecek. Çocuklardan ayrılıyorum..Tophane’ye gideyim, çekimleri Alper’e yetiştireyim diye geçiyor aklımdan. Meydana seğirtiyorum. Uzaktan uzaktan müzik sesi geliyor o uğultunun içinde. Küçük bir kız melodika çalıyor. Seviyorum müziğini… Uzaktan alayım bu sesi, son canıyla kameranın… Şehrin beton kalabalığının ortasında yalnız kalmanın hüznü… Taksim Meydanı kapatmış elleriyle yüzünü, gizliyor sanki betondan utancını…
Neyse ki müzik hep kurtarmıştır. Elimizdeki en güçlü kozdur hep. Dayanırsın müziğin varsa…
Çalıyor kızım, uzuyor da uzuyor, kalıyor melodisi kulaklarımda.. (yazı: Devrim CK)

13 Nisan – Beyoğlu – Gezi Parkı

2013 Haziran’ında büyük temiz siyasetlerin sokağa attığı artık fikirler birleşip Gezi Parkı’na yerleşti. Niyetleri Taksim’in Gezi Parkı’ndan ‘temizlenmesine’ karşı çıkmaktı. Sonra olaylar gelişti, büyük temiz siyasetler kendi artıklarıyla yüzleşmemek için can yakmaya başladı. Bazılarımızın canı çok yandı, bazılarımızda yanacak can da kalmadı. Gezi Parkı görüntüleri Güliz’in (Sağlam) o günlerde çektiği, hurda toplayarak geçimlerini sağlayan kadınlarla Gezi Direnişi sırasında bir karşılaşma anına ve kadınların “keşke şu parktan, direnişten bir sonuç alsanız da bizi de bu işlerden kurtarsanız” umuduna dairdir. Beyoğlu’ndan çıkmak gerek artık…

16 Nisan – Ümraniye Yolu

Beyoğlu’ndan Ümraniye’ye gidebilmek için en pratik yollardan biri öncelikle Üsküdar’a ulaşmak. Üsküdar Ümraniye’yi denizden ve Boğaz’dan saklıyor. Kadıköy’den de gidebilirsiniz, ama daha uzun bir otobüs yolunu göze almanız gerekir. Çamlıca tepesini aştıktan sonra karşınıza çıkan bu ilçe yaklaşık 30 yıl önce İstanbul’un değil ama kentleşmenin ve endüstrinin İstanbul için bir tür sınırıymış. Şimdi ise arkasındaki Çekmeköy, Sancaktepe, Sultanbeyli ilçelerine bu varoşluk görevini devretmiş durumda. Bugün Ümraniye, ardındaki bu diğer ilçeler için bir merkez, önündeki Üsküdar ve Kadıköy’le de emek – sermaye ilişkileri yoğun, herhangi bir kalabalık ilçe… Bilge ile niyetimiz burada 1993’de patlayan çöp dağı sonrasında bu ilçenin İstanbul için ne anlam ifade ettiğini bu ilçenin artığının diliyle anlayabilmek. Özetle burada deniz yok, yeni binalar ve başka bir kalabalık var.

17 Nisan – Ümraniye Meydanı -Tanışma Vakti

Yerel seçimler öncesi Ümraniye Çarşısı neredeyse tüm partilerin gösteri alanına dönüşmüş durumda. Partilerin sloganları şarkıları birbirine karışmasa da bu bayrak ve flama yoğunluğundan gözlerimiz yoruluyor. Meydanın ortasında bir toplayıcı arabası duruyor. Bir süre sonra geri dönüşüm işçisi Cihan, arabasını partilerin standlarının önüne kadar götürüp oradaki sloganları ve vaatleri dinlemeye başlıyor. Bir anda tanışıveriyoruz. Viranşehir’de başlayıp Ümraniye’ye uzanan hikayesini anlatıyor. Kendisine eşlik etme isteğimizi kabul ediyor ve yaşadığı ardiyeye davet ediyor. Cihan’la Ümraniye’nin iki mahallesini geçip ardiyeye gidiyoruz.

18 Nisan – Ümraniye – Gezdirme Vakti

Cihan, kaldıkları ardiyenin büyüklüğünü tarif etse de anlatmasının yetmeyeceğini farkediyor ve gezdirmeye karar veriyor. Onu takip ederek iki katlı bir binanın içine giriyorum. Çekilmesi istediği şeyler var: yukarıdan aşağıdaki kağıtların görüntüsü ve ardiyenin iç bölümleri gibi… “Sonunda birisi bizim hikayemizi çekecek demek” diyor gülerek. Bugün artık böyle bir bina yok, ama bu başka bir günün hikayesi…

19 Nisan – Ümraniye – Çay Vakti

Ardiyenin içinde ufak bir oda. Çay molası bu odada veriliyor. İçerde fazlaca yaşanmışlık izi var. kalabalık arttıkça sohbet derinleşiyor. Seçimlerden Diyarbakır mahallerine, kentsel dönüşümden geri dönüşüme uzanan ironik bir dil tüm basmakalıp politik ve çevreci söylemlerin tozunu alıyor. “Biz bu kağıtları alıp Paris’e götürmüyoruz, biz de fabrikaya götürüyoruz, belediye de fabrikaya götürüyor. O zaman bize neden kağıdı vermiyorlar?” diye soruyor biri. Bir diğeri “tipinden dolayı vermiyorlar” diye cevap verince konu anlam dolu gülümsemelerle kapanıyor. Paris yine mevzuya bir şekilde dahil oluyor böylece

20 Nisan – Ümraniye – Ayrıştırma Vakti

Cihan topladıklarını ayrıştırıyor ardiyede, plastikler bir yere, kağıtlar başka bir yere, demir ve alüminyum da uzak bir yere tasnif ediliyor. Bu çuvalı günde 4 kez dolduruyor ve boşaltıyor. Onun ayrıştırmasını kaydederken yorulduğumu hatırlıyorum. Cihan’sa bir makine hızıyla gün bitmeden yeniden toplamaya çıkmak için çuvalı hızla ayrıştırarak boşaltıyor.

21 Nisan – Ümraniye – Seçim Vakti

Yerel seçim sonuçlarının açıklandığı akşam, aynı zamanda bir haftadır toplanan malların hesabının ardiyede yapıldığı akşama denk düşüyor. Açılan sandıklar %1’den %50lere doğru ilerliyor. Ümraniye’de ve Urfa’da kimin kazanacağı merak ediliyor en çok. Ümraniye sonucu kesinleşince Urfa ve ilçelerindeki sonuçlar daha da önem kazanıyor. Bazı yerlerdeki %7lik sonuçlar bile mutlu edebiliyor. Sonra hesaplar başlıyor. Oyların miktarından bağımsız haftalık kağıt, plastik, demir ve alüminyumun miktarı birbirine karışıyor. Seçim sonuçlarını yorumlayan spikerlerin gergin sesi herkesi daha da yoruyor. Aslında sonuçlar çok da merak edilmiyor sanki. Kanal değiştiriliyor. Diğer kanalda maç başlamış bile…

22 Nisan – Ümraniye – Seçim Sonrası

Seçimlerden sonraki gün… Seçim günü ardiyede işe çıkmamıştı kimse. Nedendir bilinmez “bugün dışarda görünmeyin, topladıklarınız yanlış anlaşılır.” diye bir uyarı almışlar. Bir sonraki gün herkes sabahtan işe çıkmış. Ardiye sessiz. Bugüne özgü, ardiyeye gelen kaliteli kağıt sayısında bir artış var. Önemli bir kısmı seçim ilanları ve broşürler… Kurulan her bir kadrajın bir anlamı varmış gibi görünse de aslında tek anlam bu seçim broşürlerinin üzerinde yürümenin eğlenceli oluşundan ibaret. Uzun süre yerde kalmış kalın bir kar örtüsünde yürümek gibi ya da çok derin olmayan bir balçığın içinde gezinmek gibi…

23 Nisan – Ümraniye – Taşınma Vakti

Beklenen ya da tahmin edilen oluyor. Seçimlerden 2 gün sonra toplayıcıların kaldığı metruk binanın önce elektriği kesiliyor, ardından yıkım tebligatı geliyor. Yeni bir ardiye bulunuyor ve oraya da biriktirilen atıklar taşınıyor. Cihan, 4 tonluk atığı büyük bir hızla kamyona yüklüyor. Çay içilen odada da Ahmet Kaya’dan mı, mum ışığından mı, buradan ayrılmaktan mı, yoksa konuşulanlardan mı kaynaklı bilinmez garip bir hüzün var.

24 Nisan – Ümraniye – Cihan’ın Gördüğü

Yeni bir ardiyede herşey kaldığı yerden devam ediyor. Önceki ardiyedeki herkes taşınma sonrası farklı ardiyelere dağılmış, bir kısmı memleketine dönmüş. Cihan bu yeni ardiyede masa başında daha çok. Yorgun olduğunu söylüyor. Aklıma bir gün önce yüklediği kamyon geliyor. Bir ara televizyondaki fason reklamda ödüllü cep telefonuna merak sarıyor. Yarışmanın sahteliğini fark edince bu kez bize memleketinden düğün görüntüleri gösteriyor. Viranşehir’e döner dönmez evlenecekmiş. Sonra elimizdeki kamerayı alıp ardiyeyi çekmeye başlıyor. Biz pek bir şey yapmıyoruz, yapamayız hissiyle Cihan’ın gördüklerini çektiklerini izliyoruz.

25 Nisan – Ümraniye -Siz+Biz

Cihan’la ve diğer geri dönüşüm işçileriyle tüm bu sohbetlerden sonra ardiyeden çıkıp Ümraniye’nin halini anlama çabasıyla şehri meydandan otobüs duraklarına dek Ümraniye’yi gezme çabasına giriyorum. Ümraniye, Beyoğlu gibi İstanbul merkezlerinin çevresi değil artık, kendi çevresini oluşturan ve kurgulayan başka bir merkez. Belediye’nin bir sloganı var: “Siz + Biz: Yeni Ümraniye”. Anlamı biraz karmaşık gibi görünse de buranın halini özetleyen bir slogan… Cihanların boşalttığı ardiyede inşaat başlamış. bir-iki hafta önceki Kürtçe sohbetler yerini inşaatta çalışanların Arapçasına bırakmış. Bitmeyen bir yenilenme, inşaat, birinin bıraktığını bir başkasının devralma ve geri dönüşüm hali ve gittikçe daha ucuz emeği arayan sermaye akışı… Otobüs durağının karşısına plastik bir palmiye dikilmiş. hemen yanında da kocaman bir çöp konteyneri…

26 Nisan – Ümraniye – Çakmak Mahallesi

Cihanların eski ardiyesinin çevresine gezinirken hurda toplayan bir arkadaşa denk geliyorum. Daha doğrusu elimdeki kamera onun dikkatini çekiyor ve sohbete başlıyor. Önce kameraya poz veriyor. Sonra kaydettiğim görüntüyü birlikte izliyoruz. Duruşunu da kameraya bakışını da beğeniyor. Yaşadığı bir ‘kaydedilme’ deneyimi üzerinden başlıyor sohbet. Bir dönem güvenlik görevlisi olarak Rock’n Coke’ta çalışmış. Birileri de onun öğle molasında uyurken fotoğrafını çekmiş, fotoğraf da bir gazeteye çıkmış. Önce kızmış, sonra da umursamamış. Aslında dava açabilirdim dedi. Keşke açsaydın diyebildim.

27 Nisan – Ümraniye – Araştırma Hastanesi

Cihan’la bir sonraki görüşmemiz hastanede oldu. Bilge ile Ümraniye’ye gelirken Cihan’ı aradığımızda hastanede olduğunu söyledi. Belindeki acıdan dolayı yürüyemeyecek hale gelmiş. Hastaneye gittiğimizde Cihan, sıra numarası elinde bekliyordu. İlk doktor Cihan’ın yüzüne bakmadan kas gevşetici iğne verdi. İkinci doktor fıtık olabileceğini, MR raporu gerektiğini ve bu işi bırakmasını söyledi. Üçüncü doktor, MR sonuçlarına baktığında Cihan’ın fıtık olduğunu, mesleğini öğrenince de belini incitmeden nasıl eğilip kalkabileceğini anlatmaya çalıştı. Yeşil kart ameliyatın da fizik tedavinin de tamamını karşılamıyormuş, ya da onun gibi birşey… Tam olarak hangi sağlık güvencesinin neyi karşılayacağına dair belli kurallar olsa da uygulamada hep bir belirsizlik var sanki… Dördüncü doktor, MR raporuna göre Cihan’ın bir çelik korse takması gerektiğini söyledi. Sonuç olarak Cihan memleketine geri döndü. Buraya geri dönecek. iyileşmeyi umuyor.

28 Nisan – Ümraniye – Eski Çöplükteki Anıt

Cihan, bu ülkenin artığını toplayarak geçimini sağlamaya çalışırken sağlığından olan yüzlerce geri dönüşüm işçisinden sadece biri. Güvencesizliğin, belirsizliğin ve kapitalizmin görünürde en şık, ama görünmez yerlerinde en vahşi sektöründe verilen kavganın altında yaşıyor. Daha da altlarda isimsiz, kayıtsız Suriyeli göçmenleri görmek mümkün, eğer görmek istiyorsak… Bununla birlikte Ümraniye, 28 Nisan 1993 tarihinde yaşanan çöp dağının patlaması ve çöpün altında kalan 39 kişinin ölümü ile hatırlanan bir yer. Şimdi orası bambaşka bir yere dönüşmüş, yeşil bir alan ve belediyenin yapmış olduğu futbol sahasında amatör takımların maçları oynanıyor artık. Aşağılarda ise iki anıt var patlama sonucu ölenlerin hatırası için yapılmış. İlk yapılan anıt dayanıksız malzeme kullanıldığı için harabeye dönüşmüş, bunun üzerine ikincisi yapılmış. İkisi de birbirine 100 metre mesafe ile duruyor. Ölenlerden tanıdıkları olan bir amcanın ricası var: En azından bu anıtlara bakım yapılarak burada hayatını kaybedenlere saygı duyulmasını istiyor.

29 Nisan – Baştan Başlayalım

Bu çalışmaya başladığımızda İstanbul’da toplayıcıların yaşadığı sorunları dile getirerek, bir çevre sorununun ardında kalan emek ve çalışma güvenliği sorunlarını anlatma niyetindeydik. Bunun için de İstanbul’un ve görünürlüğün merkezi olan Beyoğlu ile bundan 10-20 yıl önce şehrin çeperinde kalan ve 1993 yılındaki çöp dağının patlaması sonucu ölen 39 kişinin hatırasının hala canlı olduğu Ümraniye’de toplayıcıların yaşadıkları sorunları anlatan bir kaç video yapmayı planlıyorduk. Ancak zamanla yapmayı amaçladığımız videolar ve anlatmayı umduğumuz hikayelerin içeriği ve sayısı değişti, yapmayı planladığımız bu işe dair algımızın değiştiği gibi…

2001’de Ankara’da geri dönüşüm işçileri ile karşılaşmamızda onlardan ilk öğrendiğimiz, çalışma koşullarının zorluğu ya da gündelik yaşamdaki sıkıntılarından önce, zorunlu Kürt göçüydü. O zamanın Ankara’sına ve çalışma koşullarına dair yaşadıkları sıkıntılar, zorunlu göçün travmatik sonuçlarının ardında kalmıştı. Geri dönüşüm işçilerinin yaşamlarına tanık olduğumuzda bu sektörün sıkıntılarından önce insanları toplayıcılık yapmaya sürükleyen koşullarla yüzleşemediğimizde dile getireceğimiz sıkıntıların mevcut adaletsizliğe sadece bir “çevre düzenlemesi” getireceğini düşünüyorduk.

Kurgu notlarında bahsedilen Baudelaire’in “Kötülük Çiçekleri” kitabı (1857), bildiğimiz kadarıyla “Toplayıcının Şarabı” (Le vin des chiffonniers) şiiriyle toplayıcıları literatüre dahil eden ilk çalışma… Baudelaire’in toplayıcı modernizmin çarkları arasında ezilmiş bir birey olarak tanımladığı söylenir. Baudelaire’in şiirinde bahsettiği toplayıcı ile nasıl karşılaşmış olabileceği hakkında fikir yürüttüğümüzde ise 1850’lerin Paris’i karşımıza çıkıyor. Bu yıllarda şehir baştan sona yeniden inşa edilirken fakir mahalleler de zengin mahallere geniş yollarla bağlanmış. Baudelaire, Paris’te toplayıcılardan bahsettiği gibi, 1850’lerdeki kentsel dönüşüm sonrasında sevgilisi ile bir kafede mum ışığında baş başa iken geride kendisini izleyen “aç gözlerden” de bahseder. Fakirlik artık gözle görülebilir yığınlar halinde sokaklardadır.

Günümüzde İstanbul, dünyada hızlı kentleşmenin ve dönüşümün marazi hallerinin ortaya çıktığı Pekin, Sao Paulo, Kahire gibi metropollerde olduğu gibi birçok edebi ve sanatsal işte toplayıcılar üzerinden yeniden ve yeniden tarif ediliyor. Keskin sınıf çelişkilerinden göçe, çevre sorunlarından kentsel dönüşüme dek bir çok anlatının simgesine dönüşen geri dönüşüm işçisinin görüntüsü, ona taşımakta olduğu çuvaldan daha ağır anlamlar yüklüyor ve çoğunlukla işçi de bu taşımakta olduğu anlamlardan habersiz oluyor.

Geri dönüşüm işçisinin kazancını sağladığı madde olan ve mülkiyetinden vazgeçildiği için sokağa bırakılan atık, şehirleşmenin ve tüketim kültürünün kaçınılmaz sonuçlarından birisi. Şehirlinin ve şehri yönetenlerin atıkla kurduğu/kurmadığı ilişki de çoğunlukla toplayıcının, atığın geri dönüşümdeki yerini belirliyor. Metropollerde niteliği ve niceliği hızla artan atık, atıkla geçinen insanların hayatlarını dönüştürürken geri dönüşümün piyasa koşullarında artan önemiyle birlikte kapitalizmin en vahşi alanlarından birini de ortaya çıkarıyor.

Ankara Büyükşehir Belediyesi bundan birkaç yıl önce geri dönüşüm işçilerini, kağıt ve plastiği kendi anlaşmalı şirketlerine piyasa fiyatının altında satmaya zorlamıştı.İşçiler buna yanaşmadığındaysa, bir yandan belediyenin zabıtaları onlara göz açtırmazken bir yandan da belediye, kendi yayın organlarında onları “kaçak çöp avcıları” olarak tanımlamıştı. Zamanla işçiler pes edip belediyenin istediği fiyatta ve anlaştığı firmalara topladıklarını satmayı kabul ettiklerinde ise, aynı işçiler, aynı yayın organları tarafından “çevre gönüllüleri” olarak ilan edilmişlerdi.

Bunun gibi bir çok örneğe şehirlerdeki farklı belediyelerin atık yönetiminde rastlamak mümkün. Atığın artan niteliği ve niceliği bir yandan hepimizi çevreye daha duyarlı hale getirirken, geri dönüşüm işçisinin görüntüsü kendi sorunlarının dışında bir simgeye dönüşüyor ve öyle tarif ediliyor. “Bir çevre sorununun çözümü noktasında katkısı olanlar”, “işsizliğin görünmeyen yüzü”, “zorunlu göç mağdurları”, “çöpü dağıtanlar/karıştıranlar” gibi bir çok tanımlamanın içerisinden geçen işçiler günlük kazançları peşindeyken bilginin az, kanaatin fazlasıyla yer aldığı söylemlerin içerisinde farklı tariflere maruz kalıyorlar. Bu farklı ve kimi zaman da fazlasıyla alegorik/şiirsel tanımlamalar içerisinde şehirli, kendi atığını tanımlayamadığı ya da bunu reddettiği için işçiye güzelleme yaparak bu süreçten temiz çıkmaya çalışıyor.

Bu nedenle geri dönüşüm işçisini değil de kendi atığımızı tanımlamaya çalıştığımızda ya da atığın sokaktaki dönüşümünü ve el değiştirme hallerini takip ettiğimizde temiz, şiirsel kanaatlerin cilasının söküldüğü gibi atığın dilinden kentliyi ve kentlilerin birbiriyle ya da atığı geri dönüştürenlerle kurduğu/kuramadığı ilişkiyi yeniden tanımlamak da mümkün olabiliyor. Eğer atığın yeniden metalaştığı ve pazarlanabilir hale dönüştüğü ya da zehirli bir madde olarak bırakıldığı alanlara bakabilirsek kendi atığımızla kurduğumuz ilişkiyi de yeniden tarif edebilecek hale geliyoruz.

Bu şehirde herkes günde ortalama 1 kilo atık üretiyor. Bu atık ise kişiye, kişinin yaşam tarzına, yaşadığı yere kadar bir çok değişkenin sonucunda üretiliyor. İstanbul’un Artığı bu nedenle bir genelleme yapmak yerine İstanbul’un merkezinden (Beyoğlu) çevresine doğru (Ümraniye) atığın izini takip ederek ve kişisel bir harita oluşturarak atığın metaya dönüştüğü, yeniden dolaşıma sokulduğu alanlara bakmaya çalıştı. Bu alanların çoğundaysa toplayıcılara denk geldi. Çalışma güvenliğinden çocuk işçi emeğine, kentsel dönüşümden zorunlu göç mağdurlarına dek atığa dönüşmüş, kurcalandığında bedenen ve ruhen hasta edecek hallerin içinden geçerek Ümraniye’deki eski çöplüğün 28 nisan 1993’teki patladığı ve 39 kişinin öldüğü yere geçmişi bugünün diliyle okumaya çalışarak ulaşmaya çalıştı.