“İstanbul’un Artığı” Forumu

8 Haziran 2014, İstanbul, DEPO //

2013’te yapılan “İstanbul’un Artığı” görsel araştırmasının sonuçlarından biri de DEPO’da düzenlenen sergi süresince yapılan forumdu. Forum, bu araştırmanın bizler için ne anlam ifade ettiğine dair bir iç dökmeye, yoksulluğun görsel dilini kurmaya çalışırken nerede olduğumuza, nasıl baktığımıza dair bir tartışmaya dönüştü.

Pelin Tan: Bu sergi aslında 2001-2012 yılları arasında Artıkişler ve Karahaber’in atık toplayıcılarıyla ortaklaşa yürüttüğü bir projenin devamı. Sadece bir proje demek zor çünkü birçok çalışmanın birlikte yürüdüğü bir iş. Biz en son Diyarbakır’da toplandık “Ateş ve Düğün” sergisi için 2013 Ocak ayında, Ankara’daki atık toplayıcıların yaşamlarını konu alan videolardan oluşan bir sergi düzenledik, panel ve tartışma yaptık. Burada da “İstanbul’un Artığı” projesi kapsamında 2013’ten itibaren ortaklaşa üretilen videolar ve Ali Saltan’ın fotoğraflarını görmektesiniz. Konuysa, sadece atık toplayıcıları ve onların yaşamları değil, onunla birlikte ortaya çıkan kent içinde çok katmanlı, gündelik hayatın her alanına değen sorunlar. Davet ettiğimiz başka konuşmacılar da vardı, hepimiz beraber tartışalım, konuşalım istedik. İki konuşmacımız gelemedi, Oktay İnce ve Mehmet Onur Yılmaz. Bir de fanzin yaptık, burada çıktıları var, dileyene pdf versiyonunu da gönderebiliriz. 2001-2012’deki süreci ele alan yazılar da var içerisinde. Bir de “Sivil Düşün” Programı’nın desteğinden bahsetmek gerekiyor.

Alper Şen: Bu fikri Ali Saltan’la kurguladığımızdan bugüne, “İstanbul’un Artığı” zaman içerisinde başka bir şeye dönüştü, bunun nedeni de şu: Geri dönüşüm işçileri, kağıtçılar (artık nasıl adlandırırsak) toplayıcılar ya da onların yaşamları üzerine bir anlatım dili kurgulamaya çalışıyorduk 2001’den beri. Aslında bizim için karşılaşma anlarının devamı niteliğinde gidiyor bu çalışma. Bizim burada tanık olduğumuz şeyler başından beri hep kentsel dönüşüm, zorunlu göç, dışlanma, çocuk emeği gibi sorunların kapitalizmin en vahşi haliyle görünür olduğu alanlar oldu. Buz dağına çarpmış gibi durdurduk, sonra yeniden bir şeyler yapmaya karar verdik, sonra bir kere daha. Aslında bu gördüğünüz sergi 2001’den beri süregiden görsel dilin bir başka formu. Anlatmaya çalıştığımız, “atıl kalma, atığa dönüşme, ötekiye dönüşme” hallerinin kurcalandığı ve bunun en görünür olduğu örneklerden biri; buralarda, çevremizde gördüğümüz o kağıtçı görseli. Bu görsele yeniden bakıldığındaysa “artık” diye adlandırılanla; yoksullaşmadan, zorunlu Kürt göçüne ya da Suriyelilerin Türkiye’ye kaçma hallerinden, atığın zehrine dek birçok şeyle yüzleşmek durumunda kalmıştık. 2012’de burada, DEPO’da sergi yaptığımızda “Hakkari’den Ankara’ya Kağıtçılar: Zorunlu Göçten Kimlik Mücadelesine” başlıklı bir sergi yapmıştık. O zaman Ankara’dan Kotranıslı kağıtçı arkadaşlar gelmişti, kalabalık da gelmişlerdi. Ancak burada kağıtçı bir arkadaşı görmüyorsunuz çünkü burada bizim ana eksenimiz biraz bize dair, bu forum bizim kendi anlatılarımıza da yönelik bir şey, bir iç dökme, tartışma gibi düşünebilirsiniz. Biz bu hikayalerin neresindeyiz siyaseten ve etik olarak. O zaman söz konusu olan şey farklıydı, görünürdeki bir kağıtçı imajı olsa da bu imajın peşinden gittiğinizde karşımıza çıkan 94’te köyleri yakılan 100-150 evlik zorunlu Kürt göçüne dair bir hikayeydi. İstanbul’un Artığı’ndaki kağıtçı fotoğrafını biraz daha kazıdığımızda kimin nereden geldiğini, kimin neden bu işi yaptığını, İstanbul’un hangi yerlerine sürüklenerek gittiğini görmeye başladığımızda o kendinden menkul yoksulluğun daha da altlarına, kodlarına dokunmak zorunda kaldık. Bu mecburiyet bizi bu hikayeleri anlatmaya da sürükledi açıkçası. Hikayeye Ümraniye’yi dahil ettiğimizde örneğin, bazılarımız hatırlar, 93’te Ümraniye’de çöp dağı patladı. Anadolu yakasının tüm çöplüğü orada birikiyordu ve orası aslında İstanbul’un kıyısıydı o zamanlar. Ve o çöp dağı patlamıştı biriken metan gazından dolayı, çöp karşıdaki mahalleye düşmüş, 39 kişi ölmüştü çöpün altında. Biraz da katastrofobik bir şey, insanlar Ümraniye’de bunu unutmaya çalışıyor. Hafızanın artığı bizim kurcalamaya çalıştığımız şey oldu bu yüzden. İstanbul’un Artığı videolarının hikayesi, Beyoğlu’nda bir evden çıkıp dağılarak, Ümraniye’deki o patlayan çöp dağına ulaşabilmekti, ulaştık ama zor oldu. O çöp dağının patladığı yerde şimdi bir futbol sahası var, dümdüz ve yemyeşil. Çok basit, ufak da bir anıt var, ölen 39 kişinin ismi yazıyor, başka da bir şey yok. Ümraniye’ye gitmemizin nedeni, oraya gitmeden önce buradaki videolarda da gördüğünüz hikaye. Cihan, kağıtçı arkadaş, tüm bu süreç içinde fıtık oldu. Fıtık nasıl olur? Yük taşımaktan olur. Biz bu süreçte MR raporu aldık, bir doktora gittik, doktor Cihan’a “bu işi yapma” dedi. İkinci doktor, “tabii ki bu işi yapma diyemem, ayıptır ama eğilirken şöyle yap, böyle yap” dedi. Cihan, “Fizik tedaviye gidebilir miyim?” diye sordu. “Fizik tedaviye gidemezsin, yeşil kartın var” dediler. Yeşil kart fizik tedaviyi karşılamıyormuş. En son gittiğimiz doktorsa, “çelik korse en iyisi” dedi. Ve Cihan sonunda memleketine geri döndü. Gerçi şimdi tekrar geri döndü, çünkü hakikaten yapacağı başka bir iş yok. Bu bizim açımızdan bir şey ifade ediyor mu etmiyor mu başka bir şey ama bu memleketin en güvencesiz işlerinden biri Cihan’ın yapmakta olduğu iş. Bir kere daha başa dönmek gerekiyor, Cihan’ın burada ne işi var? Cihan Siverekli, altı kardeşin en büyüğü ve eve bakıyor 17- 18 yaşına rağmen. Babasının bir sakatlığı var ve Cihan bu işi yapmazsa, Siverek’te bir şey yapması mümkün değil. Bir yandan da bu onun son işi. Yaşadığı yer de İstanbul’dan çok Türkiye’nin herhangi bir şehri sanki. Cihan’ın sorduğu bir soru vardı, “Abi Üsküdar’da deniz varmış doğru mu?” Böyle bir İstanbul bilgisi var bir yandan da. Acı olsa da sorulması gereken bir soru… Peki, biz bunu neden konuşuyoruz? Bizim bir yandan da amacımız şuydu, sanatsal bir anlatım yerine, herkesin yapabileceği bir şeyi kurgulamaya çalıştık. Fotoğrafların dili biraz buna denk düşüyor. Ali Saltan’ın tabiriyle bu fotoğrafları herkes çekebilir. Ali, 2008’de Tarlabaşı’nda, “Geri Dönüşümün Görünmeyen Yüzü” isimli bir fotoğraf çalışması yaptığında gerçekten şık kadrajlarla estetik bir iş yapmıştı. Yedi sene sonra buraya yeniden geldiğinde, bu imaj dilini yeniden üretmekten çekindi haklı olarak. Artık bizim yüzleşmemiz gereken şeyin kendisi atıktı. Ali’nin tek yaptığı şey makinesiyle şurada bekleyip sokağa bırakılmış çöpü toplanana dek kaydetmek oldu. Sergilenen bu fotoğrafların altındaki hattaysa, bu kağıtların balyalandığı alan gösteriliyor. Orası da Ayazma taraflarında başka bir kentsel dönüşüm alanı. Bu hattın dışında kalan bir alan daha var, “artığın artığı” diye tabir ettiğimiz bir koltuk ve ekranın olduğu bölüm. Oradaki videolarda, Ümraniye’ye giderken sorduğumuz bir soru vardı, binaların artığı ne olacak? Bu binaları kim, neden dönüştürüyor? Samsa Evi’ni bilirsiniz, Kadıköy’de bir evin işgal edildiği bir ana denk geldik bu çalışma sırasında. O Kadıköy’deki metruk ama ranta dönüşse iyi para getirecek bir yer bir anda başka bir şeye, bizim kendi dönüşümümüzü ne kadar yapabildiğimizi kurcaladığımız bir anlatıya dönüştü. Orada üç tane video akıyor. Ali’nin fotoğraflarında da bu dönüşüme dair izlenimler var, birisi Don Kişot Evi’nin fotoğrafları, bir diğeri de Maslak 1453, İstanbul’daki resmi kentsel dönüşüm alanlarından biri…

Beyoğlu’nda görüntü kirliliği adına, kağıtçıların İstiklal Caddesi’nde yürümesi yasaktır; akşam 9-10’dan sonra görürsünüz kağıtçıları caddede. Bir yandan da “Temiz Beyoğlu” logolu tertemiz arabalar vardır, onlar bir şirketin arabalarıdır, Beyoğlu Belediyesi nitelikli atığı bu şirkete satmıştır. Belediyelerin çağrıları var, “Kağıdı, plastiği çöpe atmadan ayrıştırın, geri dönüştüreceğiz”. Ümraniye’de Cihan’a “artık kağıdımızı siz vermeyeceğiz, Belediye’ye vereceğiz çünkü onlar geri dönüştürüyor,” demişler. Cihan, “Abi peki biz ne yapıyoruz? Biz de aynı fabrikaya götürüyoruz,” demişti. “Yine de size vermeyeceğiz” dendiğinde Cihan başka bir şeyi fark ediyor, onun kirli görüntüsü, Kürtlüğü yani asıl konuşulması gereken ama konuşulmayanlar ortaya çıkıyor bu cevapla. Bu da aslında ayakkabıdaki bir taştır. Burada sözü bizim görsel takibimizi ve anlatımlarımızı bilen birisi olarak İrfan Aktan’a bırakmak istiyorum. Bu hikayelerin özellikle Ankara ayağını İrfan’la birlikte takip ettik. Yaşanan vahşi adaletsizliğe karşı bir şeyler yapmak, onların duyulmayan sesi okunmayan yazısı olmak, belge yapmak ama belge yaparken de bilgi üretmenin riskini de öngörerek birlikte görsel ve yazılı çalışmalar ürettik. Çünkü bu yaşananların görünmezliğini kırmak istiyoruz, görünmeyen yerdeki şiddeti ortaya çıkarmak için…

İrfan Aktan: Ben 1999’da Ankara’ya geldiğimde artık çatışmaların olmadığı bir dönemdi. Kağıtçılarla karşılaşmam biraz hemşerilik üzerinden oldu: Onlar Hakkariliydi, ben Hakkariliyim, siz niye buradasınız gibi. Ankara’daki kağıt toplayıcılarının büyük kısmı Hakkari’nin Ördekli ya da Kürtçe ismiyle Kotranıs Köyü’ndendi. Kotranıs yakılan bir köy, o muhitin büyük köylerinden biri. Ve topluca ailelerin bir kısmı Ankara’ya, bir kısmı Adana’ya göç ediyorlar. Ankara’da çöp toplamaya başlıyorlar. 2004’te Alper Şen’in yaptığı Hakkari’den Ankara’ya Kağıtçılar belgeselindeki bir olay bence ele alınırsa, bu hikayenin Kürtler açısından hikayesi netleşmiş olacak. Alper de işaret etti, Ankara Belediyesi çöpteki kağıt üzerine hak talep etmeye başladı çünkü burada bir rant olduğu ortaya çıktı. Çöp belediyenindir, belediye toplar, siz de olsa olsa hırsız olabilirsiniz dendi. Kağıt toplayıcıları epey bir süre zorlandılar, dayak yediler, yaralandılar, bıçaklandılar, kafaları kırıldı, zabıta tarafından komaya sokulan Evliya diye bir çocuk vardı mesela. Keza ırkçı saldırılarla da karşılaştılar, “pis Kürtler” falan… Mehmet Kahraman’ın öyle bir hikayesi vardı. Bir seferinde dört, beş kişi yakalamışlar, dövecekler, hatta biz Express’e yapmıştık o söyleşiyi, diyor ki “Beni fil zannediyorlar, Kürt olduğum için, beş kişi falan tutuyor, hepsini dağıtacağım, kellesini uçuracağım zannediyorlar.” 2004’teki olay benim açımdan şöyle anlamlıydı: 1990’larda köy yakmalara birebir şahit olduğum ve köylere yapılan baskınları, operasyonları doğrudan gördüğüm ve deneyimlediğim için, o sahne benim aklıma 1990’larda devletin yaptıklarını getirmişti. Çünkü Türközü, Ankara’nın bir yoksul mahallesi Mamak ilçesine bağlı. Orada bir meydan var ve kağıtçılar, çöplerden topladıklarını ardiyelerde biriktiriyorlar ve sonra da bunlar satılıyor. Ve oraya polisler geldi, panzerler geldi, çevik kuvvet geldi, bir tür operasyon yapıldı ve çatışma çıktı. Çatışma sırasında birisi kendisini bıçakladı, onun üzerine kağıtları yakmaya başladılar insanlar. Tam ikinci bir yakmaydı aslında, köyleri yakılmış olan insanlar devlete direnirken ekmekleri yakılıyordu, bu işi yapmamaya zorlanıyorlardı. Oysa 1990’larda Kürt tehciri başlatıldığında devlet, Kürtleri sistematik olarak yerlerinden edip, Batı’ya sürerken ucuz iş gücü elde etmeyi hedefliyordu; bir yönü bu, siyasi yönleri de var elbette. PKK’ye destek vermelerini önlemek için de yapıldı, asimile etmek için de. Kürt köylüleri ucuz işgücü için Batı’ya sürüldüler ama şu anda artık devlet buna da cevaz vermiyordu, mani oluyordu, en ucuz, en dipteki işe bile mani oluyordu, çöpten kağıt toplayamazsın, o kağıdın hakkı bize ait deniyordu. Bu, işin Kürt meselesi bağlamındaki kısmı, öbür bağlamdaysa sadece Ankara’da değil, İstanbul’da da benzer bir hikaye var, devletin yoksullaştırdığı, en dipte bıraktığı insanlar aynı zamanda etnik çatışmayı da kendi aralarında yaşıyorlar. Kürtlerle Çingenler, mülksüz Türkler, şimdilerde Suriyeliler, ekonomik olarak en altın altındaki insanlar da kendi aralarında didişme halinde. Bu çatışma da aslında devletin etnisiteye dair politikasının bir neticesi. Kenar semtlerde, ardiyelerde ya da engin plazaların diplerinde birbirleriyle didişmeleri, amiyane tabirle ekmek kavgası yürütmelerine sebep olan devlet politikası. Bu açıdan çöp politik bir mesele, bu açıdan çöpün üzerinden kendimizle, yani hem bu çöpü üreten hem de bu çöpü toplayanların her gün yanından geçen insanlar olarak bizim açımızdan bir meseledir. Çöp, atık toplayıcılar meselesine eğer bir önem atfedeceksek, bunu politik bir hat üzerinden sürdürmek zorundayız. “Ya işte, bu kadar vicdani bir mesele var, insanlar ne kadar aç”la açıklanabilir bir durum değil. Sadece kağıt toplayıcılar değil, Yenibosna’ya gidin, İstanbul’un kenar semtlerine gidin, merdiven altı tekstil atölyelerine gidin, buralarda çocuklar çalıştırılıyor ve bu çocukların çoğu dağa gitmemiş veya gidememiş, bulunduğu coğrafyada yaşam olanağı kalmamış Kürt çocukları. Böyle bir sömürü alanı da var fakat devlet şu sıralar Kürt hareketine çocuk kaçırıyorsunuz söylemini tedavüle koymaya başladı. Bunun üzerinden ilerleyip bizim dağa çıkmamış çocuk açısından, sıradan çocuk açısından, TMK’yı karıştırmayalım ya da taş atan çocuğu karıştırmayalım, sıradan ve milyonları bulan -Hacettepe Üniversitesi Nüfus İlişkileri Enstitüsünün, yarı resmi bir rakamdır, bir milyon üç yüz bin civarındadır- Kürtlerin göç ettirildiği söyleniyor. TESEV’in, Göç-Der’in raporuna göre beş milyon, bu beş milyonu ikiye çarpın nüfus artışı falan, takribi on milyon insan yerinden olmuş bu çalkantı sırasında ve bunların önemli bir kısmı çocuklardan oluşuyor; bütün gelecekleri ipotek altına alınmış, çöpe sürülmüş, merdiven altına sürülmüş. Biz tabii bunun hakkını arayarak bu meseleyi siyasete tahvil etmek durumundayız. Devletin yukarıdan siyaseti bizim şu manzarayı görmemize mani olmaya odaklanmış durumda. Kiri, pası, çöpü görmeyelim, yoksulluğu mümkünse hiç görmeyelim. Bu açıdan Artıkişler’in 2000’li yıllarda Ankara’da başlayıp İstanbul’da sürdürdükleri çalışma politik açıdan çok kıymetli, aynı zamanda hafızayı tazelemek ve o hafızadan bir siyaset üretmek, bunu yapan devletten hesap sormak ve çöpe mahkum edilen insanlarla birlikte muhtemel bir mücadele alanı oluşturmak. Bu mücadele nasıl bir mücadele olabilir, Kürtler açısından bazı veçheleri var, birincisi köye dönüşlerle ilgili bir çaba sarf edilebilir, köye dönüp orada yeniden üretime entegre olmak isteyen insanlar olabilir. Devlet, köye dönüş yasasında çok asgari bir tazminata razı oldu, buna karşı ses çıkarmak lazım. İkincisi burada çalışan insanlar belediyeyle hala karşılaşıyorlar, hala kovalanıyorlar, bununla ilgili birtakım taleplerde bulunulabilir. Üçüncüsü sağlıklı koşullarda çalışmaların sağlanması, bu işi sürdürecek sağlığa sahip olmak; Cihan’ın örneği, on sekiz yaşında bel fıtığı olmuş ve bu işi yapamazsa aç kalacak. Bu alanda siyaset yapmaktan kastım hak talep etmekten bahsediyorum başka bir şey değil. Devletin yarattığı bu devasa çöpe karşı bir hamlede bulunmak gerekir. Bunu yapması gerekenler aktivist olan, hayatın çeşitli alanlarında söz üretebilen insanlar ama daha geniş ölçekte de Türkiye’de giderek keskinleşen etnik kutuplaşmaya karşı yeniden herkesin hafıza tazelemesi. Ali’nin fotoğraflarla yaptığını yazıyla, dille, başka envanterlerle yapmak lazım. “Sen bu çöpü attın, peki ama onun serancamı nedir?” Çöp atılıyor, sonra kalkıyor, biz genellikle en son kareyi görmek istiyoruz ama geriye gitmek, doksanlara gitmek, Çingenelere gitmek, mülksüz Türklerin taşradan büyük kentlere göçüp, çer çöp, pislik toplamaya mecbur bırakılmasına, Suriyelilerin şimdi tebarüz eden ve ileride yan etkileri daha fazla görülecek olan bir meseleye gitmek. Son olarak şunu söyleyeyim, devletin en büyük güçlerinden biri, bunu bize olağanlaştırmak. İnsanların çöpten beslenmesi ve bunu yaparken bile baskıya, zulme maruz kalması olağan değil. Tarihte artıkla beslenen insanlar olmuştur ama tarih boyunca mücadeleler de olmuştur. Artık işlerde çalışan insan sayısı artıyor, İstanbul büyüyor, şaşalı, zengin plazalar, lüks otomobiller, cafcaflı binalar, yeni mahalleler ve biz sanki bunun hayatın doğal akışı olduğunu hissetmeye başlıyoruz. Daimi bir şaşkınlıkla ve şüpheyle bu meseleye temas etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Sınıf mücadelesi, etnisite ve devlet meseleleri de daha net anlaşılır.

Alper Şen: Bu meseleler üzerine bir şey söylememizi zorunlu kılan bir aks vardı. Tarlabaşı videolarından birinde, “Ben burada çöp toplamak zorundayım, Beyoğlu’nda çalışıyorum, buranın kağıdı değerli, Esenyurt’un kağıdı değil.” diyordu kağıtçı Aslan.”Siz buradan gidin” deniyor ve en sonunda gidiyorlar, çoğunluğu gidiyor. 2000’de belediye kağıtçı depolarının elektriğini kendisi ödermiş. Şimdi kağıtçıların illegal duruma düşürülmesini bırakın, elektriğini ödermiş belediye. Şimdi tebligat üstüne tebligat, “artık gidin buradan.” Bu nerede var İstanbul’da? Cihanların anlattığı bir şey: Kadıköy, Beşiktaş, Beyoğlu, Bakırköy’de kağıtçılar barınamıyor. Buranın nitelikli ve iyi rant getiren kağıdını toplayan da güzel, şık arabalar olsun düşüncesiyle belediye kağıtçıları barındırmıyor. O yüzden Ümraniye görece rahat, şurada gecekondu, şurada TOKİ binası, çok araf bir alan yaratılmış Ümraniye’de.

Önder Özengi: Çöpteki rantı kim alıyor?

İrfan Aktan: Çöpteki rant belediyenin gözünü diktiği şey. Siz gidip İKEA’dan bir yatak alıyorsunuz, o bir kolide geliyor size ve siz o koliyi çöpe atıyorsunuz. Hikayesi demin anlattığımız üzere, başka çaresi kalmamış insanlar gelip o çöpten satabileceği ne buluyorsa, o da çoğunlukla kağıt, onu çöpün bütün pisliği içinden ayıklayıp buluyor ve arabaya yüklüyor ve onu biriktiriyor gün boyunca ve o yirmi, otuz, kırk kilo oluyor. Ve o küçük beden onu taşıyor, ardiyeye götürüyor. Biriktirdikten sonra tekrar belli işlemlerden geçiriyor ve esas rantçı olan şirket hangisiyse, yoksulların sefaleti üzerinden rant sağlayan şirket hangisiyse, belediyeyle ilişkisi olan şirket hangisiyse ona küçük bir para karşılığı satıyor. Belediye sana diyor ki o bir gıdım parayla öl, şirket kendi elemanı, çiçekli böcekli arabasıyla toplasın, bana daha fazla para, rant versin, meselenin özü bu.

Sevgi Ortaç: Yani, hiyerarşi yok çöp toplayanlar arasında.

İrfan Aktan: Ankara’da belediye kağıt toplayıcılarına saldırdığı zaman şunu dayattı, “gel benim elemanım ol, benim yanımda çalış, benim elemanım olarak kağıt topla, bu kağıdı da götür, benim çalıştığım, rantına ortak olduğum şirkete ver.”

Neşe Akbaş: Tam da bununla ilgili bir şey soracağım, bu durumda maaş ve sigorta teklif ediyor mu belediye?

İrfan Aktan: Evet, belki bu daha asgari bir para ama öte yandan sen kayıtlı işçi oluyorsun, sen daha fazla çalışıp daha fazla kazanmıyorsun. Hakkarili bir işçi anlatmıştı, “şu halimle ben daha özgürüm, hastayken altı saat çalıp evde dinlenebilirim, sağlıklıyken belki on altı saat çalışabilirim.” Rantçı olan burada belediyeler ve şirketlerdir.

Göksun Yazıcı: Bu kağıt toplama işine, orası bambaşka bir dünya, ne kadar değişik de değil, çok basit bir örnek vereceğim, beyaz yakalılar meselesi. Örneğin onlar kağıt topluyorsa, bir de kağıt yapma, kitap yapma işi var; yayınevlerinde çalışan çevirmen, redaktör, editör… Çevirmen günde en az sekiz saat çalışır ve bu çok ağır da bir iştir. Orada da bel fıtıkları olunur, kafa kalmaz, kafayla taş taşımak kağıt taşımak gibidir. Yayınevi ona iki bin baskı üzerinden yüzde sekiz veriyorsa ne ala, fakat onu vermeden hatta telif ödemeden tek ödemelik bir hale sokmaya çalışır. Bin lira vereyim, iki bin lira vereyim, örneğin iki bin lira verdiği bir işte çevirmen dört ay çalışmıştır. Kağıtçılar en alttakiler ama o çevirmenin, redaktörün, editörün emeği olmasa o kağıt çıkmaz. Ama o rant ve sınıf ilişkileri de orada giriyor, dağıtımcı yüzde kırk alır, yayınevi sahiplerinin ne kadar zenginleştiğini görebilirsiniz. Dolayısıyla o merak uyandıran ilişkiler, aralarındaki hiyerarşi ve rant çok uzak değil, onu söylemek istiyorum.

İrfan Aktan: Evet, tabii bu her yerde var, buradaysa çöp, yani artık vazgeçilmiş olan üzerinden üretilen sahiplenme kavgası. Herkesin herkesi sömürdüğü mekanizmalar hayatın her alanında var, buradaki durum, bu işi yapan ve bu iş dışında geçinme ihtimali olmayan insanların daha önce zaten devletin mağduru olmaları.

Hande Sakarya: Bu Tanışma Vakti videosunda bir yerde Cihan “buraya MHP, CHP gelirse biz çalışamayız” diyor. Nasıl bir ilişki var, mevcut belediyenin bir vaadi mi oluyor?

Alper Şen: Belediye hiçbir şey yapmıyor. Ümraniye alt-orta sınıftan orta sınıfa atladıkça, oranın rantı da artıyor ve kentsel dönüşümle geri dönüşüm kesişiyor. Şu anda belediye hiçbir şey yapmıyor ve sadaka kültürünü dolaylı olarak yürütüyor. Şu gördüğünüz ardiye mesela, aslında kaçak bir bina, burada kalıyor kağıtçılar. Ama Bakırköy’de ve Kadıköy’de ağızları yanmış, Cihan’ı mesela Bakırköy’deki CHP’li belediye kovmuş. Nasıl, hangi koşullarda ötekilendiklerini biz bilemeyiz, onlar çok iyi biliyor.

Sevgi Ortaç: Başta “burada hiç kağıtçı yok, biz, bakma biçimimiz nasıl değişti biraz onları konuşacağız” demiştin. Bir beyaz yakalıya çok kolay bakıyoruz ama çöp toplayıcısına bakmama biçimimiz de çok meşakkatli bir hal alıyor, biraz onu konuşabiliriz. Bu görsellikle bir şeyleri dramatize etmemeye çalışıyoruz ama rant lafı geçtiği anda savunmaya geçme ihtiyacı duyuyorsunuz. Burada aslında farklı düşünen kimse yok ama rant döngüsü konuşulurken birilerinin hakkını savunmak durumunda kaldığımız için de daraltıyoruz. Bunun görselleştirilmesi konusunda anlatacağınız bir şeyler olabilir.

Alper Şen: 2012’de DEPO’da sergiyi yaptığımızda, bu meselelerin görünür olmasını istiyorduk. Biz ne kadar onların vekaletinde konuşuyor olsak da aramızda bir sınıfsal fark var, bunun, sergi sırasında yaptığımız forumda farkına vardık. Ertesi yıl sergiyi ve forumu Diyarbakır’da yaptığımızda, “bunu Türk şehirlerinde yapmanız daha doğru çünkü zorunlu göç, yerinden edilme bizim açımızdan travmatik bir durum, çok iyi bir şey yaptınız ama Kürtlerin Türklerin çöplerini toplamalarını izlemek bize o travmayı tekrar tekrar yaşatıyor,” dendi yorum olarak. Yanımdaki kağıtçı Şanlı Abi, “Biz Kürtlerin Batı’da Türklerin kağıtlarını topluyor olmamız travmatik geliyor olabilir ama ben Diyarbakır’a dün geldim ve Suriçi’nde kağıt toplayan çocuklar gördüm, burada kağıdı, çöpü çocuklar topluyor, biz ardiyemizde çocuk çalıştırmayız,” demişti

Pelin Tan: Diyarbakır’da video montajı da konuştuk, öyle bir tartışma olmuştu. Belgeleme yapıyorsunuz ama belgesel değil ve kağıt toplayan arkadaşların yaptıkları videolar konuşuldu.

Özge Çelikaslan: Onlar o süreçte kamera kullanmayı öğrendiler, montaj yapmayı öğrendiler. Düğün kameramanlığı yaparak geçinmeye başladılar, bir arkadaş tamamen düğün kameramanlığı yapmaya başladı.

Pelin Tan: Sevgi’nin sorusuna cevap olarak, çekerken ve montajda egzotikleştirmemek, mağdur pornografisi yapmamak önemli. Onlarla o açıdan ayrı düşmüştük, Lokman mesela romantik bir dil öneriyordu, ben de eleştiriyor konumuna düştüm, biraz garip bir durum oldu.

Sevgi Ortaç: Burada yapılan videolarda, örneğin röportajlarda seçildiği belli, peki bu bir sergiye dönüştüğünde nasıl kuruluyor o ilişki?

İrfan Aktan: Ben başından beri Artıkişler’in bu meseleye gönül verip tarihe kayıt düşmek için gösterdikleri çaba esnasında paralel biçimde gösterdikleri eşitlikçi, eski belgesel için söylüyorum, örneğin kamerayı ona verip onun kendisini, dışarıyı çekmesine iştirak ettirmek, bence bunun tali unsurları. Aslolan şey burada, evet çok ciddi mağduriyet var, mesela Cihan’ın, “benim aslında çok kitap okumam gerekirdi, çok iyi hocalardan ders almam gerekirdi, Türkiye’de çözülebilir bir Kürt meselesi var ama Amerika’da bir aşk sorunu var, bu ihtimal bile beni mutlu ediyor”a getirmesi. Bunlar tabii dramatik olduğu gibi, Cihan’a özgü değil, hepimizin ortak problemi. Sanat sepet işlerinin canı cehenneme, biz burada güzel, düzgün konuşan, burada bir araya gelen ve bu insanları nasıl kurtaralım diyen insanlar olmamayı, bunun yerine birlikte kendi hayatımız için, devletin bizi soktuğu halden çıkmak için, birlikte ne düşünebiliriz, ne yapabilirizdir aslolan, öbürü talidir. Onlar bu işi nakletmiştir sadece hepimize, hepimiz dediğim, ya şu insanları çöpten çıkaralım değil, kendimizi de bu çöpten çıkarmak üzere, birlikte bu çöpten çıkmak üzere, yani ırkçılık, milliyetçilik, yoksulluk, sömürü hepimizin ortak meselesi. Bununla mücadele etmenin yollarını aramak zorundayız, burada asıl mesele bir hak savaşıdır. Burada kağıt toplayan kişi, “o, bu, şu” değil, “sen, ben, o”dur.

Sevgi Ortaç: Tabii ki o konuda hepimiz aynı şeyi düşünüyoruz. Biz burada aşağı yukarı birbirini tanıyan, bilen insanlar olarak, ben aslında bu işin mutfağı nasıl oluşuyor, bu estetik biçim onu konuşmak istiyorum.

Özge Çelikaslan: Burada ve bundan önceki sergide kullanılan görsel rejim, bu meseleler yüzünden, zorunlu göç ve yerinden edilme gibi, burası bir perdeyse, onun arkasındaki mesele hep daha çok tartışıldı. Bizim izlediğimiz görsel rejim, Ulus Baker’in duygular sosyolojisine yakın bir rejim. O duyguyu verebilmek ancak bu video pratiğiyle mümkün olabilir, videoyu bir mücadele aracı olarak da kullanmak, araçsallaştırmadan… Yoksulluk, Kürt meselesi gibi sosyal bilimlerde istatistiğe dönüşen sayıların, verilerin video aracılığıyla duygusunu verebilmek. Sergisini yapmak da bu yüzden anlamlı. Alper ve Oktay’ın elinde on yıllık bir arşiv vardı, Kotranıslıların on yıllık Ankara deneyimi diyelim. Biz 2012’de, bu görsel arşivi nasıl ortaya çıkaralım diye düşünmeye başladık. Arşiv derken sadece bir arşiv değil o, yüklü bir şey, acı dolu, mücadele dolu aynı zamanda. Biz bunu nasıl yüzeye çıkarabiliriz. Bu ancak bir sergiyle mümkün olabilir, sergi formuyla göstererek mümkün olabilir. Göksun’un söylediği gibi, konumlarımızı çok da ayırmadan. Kürt meselesinin pek çok boyutu var ve tartışmaya devam etmek gerekiyor ama pozisyonları eşitleyerek.

Göksun Yazıcı: Biz çok yukarıdayız, bambaşka bir yerdeyiz diye değil, eğitimli, beyaz yakalı, sanatla uğraşan insanların da ağır biçimde yoksullaşması meselesi.

Erbay Yucak: Arkadaşımızın bunu bir mücadele alanı olarak görüp neler yapılabiliri üzerine, bir tasnif etmek gerekiyor. Çöp meselesi yeni bir mesele değil, Kürt meselesinin bu düzeye gelmediği dönemde de vardı. Çöpten geçinme işi çöpün metalaşmasından bağımsız değil, çöpteki kağıdın selüloz olarak üretilmesinden bağımsız değil, çöpten elde edilen plastiğin yaygın kullanımı ya da metalin… Zorunlu göç meselesi hadisenin içine girdiği zaman durum değişiyor ama çöp aslında insanın hiçbir tanıdığı olmadan karnını doyurabilmesi, üzerini giyinebilmesi ve aynı zamanda üç-beş kuruş kazanabilmesinin yoludur, herhangi bir kimseyle işverenlik ilişkisi kurmadan, tabiyet ilişkisi kurmadan kullanılan bir alandır, böyle de bir şeydir. Çöp sırf kağıt değildir, bunun içinde metal de var, plastik de var, başka başka şeyler var. Bunun için devletin diptekiler için çeşitli sosyal politikalar geliştirerek onu geliştirmesi, korumaya alması, bunu bir gözlem ve tespit olarak yapıp, bir insan çöp topluyorsa, bunlara ihtiyaç vardır deyip; bir insan oradan geçinebiliyorsa, bunda para vardır deyip, çeşitli şebekelerle daha organize bir şey kurması, rantı üreten bu oluyor, yani siz onu metalaştırdığınız zaman oluyor. Kağıt toplama meselesi eskidir, örneğin Express Dergisi zamanında, eski gazete toplayarak gazete yapma tarihçesi vardır. Rant meselesi çeşitli şirketlerin kağıdın, çöpün para etmesini fark etmesiyle başladı. Arkadaşların yaptığı bu çekimler ve sergi üstünden aynı zamanda vazife çıkarmaya ilişkin bir şey söyleyeceksek, bu süreç şöyle devam edecek. Kentsel dönüşüm nedeniyle meydana gelen yıkımlarda asbest riski vardır, önceden insanlara buralara girip, demiri o şeyden alabiliyorlarken onu da alamıyorlar çünkü o da ihale ediliyor. Ama orada çalışan o asbest riskine maruz kalacaktır. Çöpün kendisini devletin kendi uhdesindeki bir şey olarak görmesine itiraz etmek, buna dair hepimizin izlediği filmlere konu olmuş öyküler de vardır. Çalışma düzeninden kurtulmanın bir adresidir çöp. Biz reel bir durumla bunu konuşuyoruz. Çöp kentte yaşarken nasıl ev tutmadan yaşamak konusunda bir ihtimal olması… Her zaman komüncü pratikleri düşünmeye gerek yok, çöp dediğiniz şey benim kimseye işgücümü satmadan karnımı doyurabilmem ihtimallerini de içerir. Mecburi çalışmamayı düşünmemek de bir özgürlük pratiğidir. Buraya on dakika mesafede bir depo vardı örneğin, hala var mı bilmiyorum, ama burada iki, üç tane ara yerlerde depo vardı, bu kentsel dönüşüm süreçleriyle yok olacak, diğer dış semtlere gidecek, ardiyeler kalmayacak.

Şiar Bozkut: Çöp denilen aslında, şehirden toplayabildiğin şey, gereksiz bulunan ve sokağa bırakılan malzeme aslında. Bunun başka bir örneği, İstanbul’daki Yahudi, Rum ve Ermeni ailelerin evlerinden çıkarılanların Dolapdere üzerinden Çukurcuma’ya geliş öyküsü var, bu da bir ardiye hali aslında. Aynı ürünün Dolapdere’de üç lirayken yukarı çıktığında on beş lira olması. Buradan da başka bir alana, müzayede salonuna götürülmesi ve başka bir alıcıya sunulması. Kağıtta da aynı paralellik var. Fakat İsveç’teyseniz atığınız ülkenin enerji sistemine dönüşebilir. Başka bir yerde birisi size çöpten beslenmenin bir aktivizm yöntemi olduğunu anlatabilir. Binaların işgal edilmesi meselesinde de çöpün bir hak olmasıyla paralel bir bakış açısı var, orası metruk ve dönüştürülemez haldeyken ihtiyacımıza göre onu kullanma hakkına sahibiz.

Güliz Sağlam: Çöp toplayan kadınlar da var, ben onunla ilgili konuşmak istiyordum ama sesim kısık. Özge Çelikaslan: Güliz’in Gezi Parkı işgali sırasında hurdacı kadınlarla görüşmesi vardı, burada bir röportaj var. Kadınlar bunu nasıl tecrübe ediyor, biz Güliz’le niyetlenmiştik bunu çekmeye, ulaşmaya çalıştık ama kadınlar daha kapalı, kaçıyorlar, görünür olmak istemiyorlar, o nedenle yapamadık. Hurdacı kadınlar videosu, Gezi’yi onların nasıl tecrübe ettiği ve bizimle nasıl yoldaşlık ettiklerine dair bir video. Gezi zamanında konuşulabilir olması da ilginç tabii ama onun dışında görünmezler, görünmez olmayı tercih ediyorlar.

Güliz Sağlam: Aslında bunu onlar mı tercih ediyor? Kolay değil çünkü bir kadının sokakta çöp toplaması. Arka tarafında neler yaşanıyor, taciz, tecavüz var mı örneğin, o kısmı duruyor.

Neşe Akbaş: Burada bir temsil sorunu da var, aslında biz hep onlara bakıyoruz. Bunun başka bir ihtimali de yok belki, videolar olabildiğince samimi, üretim aşaması da.

Alper Şen: Buradaki yirmi yedi video açtığımız blogda indirilebilir halde mevcut ve Hayat TV yanılmıyorsam bunları yayınlıyormuş. Bu sergi başka bir form ve kendi aramızda konuşmamızı da sağlayan bir form belki. Buradan çıkacak olan bir kitap da başka bir şey.

Neşe Akbaş: Tam da bu noktada biz kendimizi de görmeliyiz, neden görmüyoruz.

İrfan Aktan: Çöpte çalışan Kürtler aslında mülkleri olan ama mülkleri devlet tarafından yakılmış, yıkılmış, talan edilmiş insanlar. Tarım ve hayvancılık yapabilecekleri tüm imkanları talan edilmiş insanlar. Çöp idealize edilecek, güzelleştirilecek bir şey değildir. Kotranıslı yaşlı bir adam söylemişti, “Ben Kotranıs’ta dağlarda at sırtında özgürce dolaşırken, şimdi çöpe düştüm” diyordu. Bu bir hak gaspıdır, kabul edilebilir bir haksızlık değildir. Bu aslında bizim de içinde olduğumuz ve aktörü olmamız gereken bir mesele.

Alper Şen: Vaktimizin yetmediği bazı işler oldu, mesela 6 Eylül 1955 gecesini anlatmak istiyorduk çünkü bir gecede Rumların malları atığa dönüştü. Bir fotoğraf okumasından hafıza artığına bakmak istiyorduk. Buradaki kendinden menkul halin muhakkak eksiği vardır, olması da gerekir bir yandan ama biz tamamlayarak gitmek istemiyoruz, eksik kalması da iyi bir şey.

Pelin Tan: Pazar günü burayı açtı arkadaşlar bizim için ama artık kapatmaları gerek. Çok teşekkürler katıldığınız için.