GerideKalanlar 11 – Haritanın Eksiğinde Ankara

Artıkişler Kolektifi, Oktay İnce – 2017 //

15-20 yıl önce Express Dergisi’nde Ankara haritasının nasıl algılandığına dair bir araştırma yazısı çıkmıştı. Yazı, şehrin farklı semtlerinden, dolayısıyla farklı sınıflardan gelen gençlerin şehrin haritasını nasıl çizdiğini ve şehri nasıl gördüklerini inceliyordu.

Aslında Ankara haritası, kuşbakışı bakıldığında kolaylıkla çizilebilecek bir şehir haritasıdır. Ankara, son yıllarda eklenen banliyöler ve kapalı siteleri saymazsak birbirini dikine kesen iki çizgi üzerine kurulmuş bir şehir… Yenimahalle-Altındağ hattından yani alt-orta sınıfın yaşadığı / yığıldığı evlerden başlayarak dümdüz bir çizgi çizersiniz, çizginin sonu orta-üst sınıfın Çankaya’sına uzanır. Bu çizgiye dik, başka bir çizgi çizdiğinizdeyse, Mamak’taki gecekondulardan başlayıp Emek ve Bahçelievler hattındaki üst-orta sınıf muhitlerde biten bir hat karşınıza çıkar. Bu iki çizginin kesiştiği yer de Kızılay Meydanı’dır. Cumhuriyet başkentine özgü monolitik bir yapıyla yüceltilir Kızılay Meydanı. Şehrin beynidir, aklıdır bu meydan. Bu yüzden tüm resmi ve ciddi binalar bu meydandadır. Ve yine bu yüzden, bu meydanın yarısında yürümek, durmak ya da oturmak yasaktır. Şehrin egemen aklı ve beyni sizden ciddiyet ve bilinç ister, geçerli bir nedeniniz olmadan meydanın devlet ve askeriye hattında bilinçsizce yürümenizin hiç bir anlamı yoktur. Gerçi Ankaralı da bu yasağı pek sorgulamaz, şehrin merkezindeki “yasak” sokakları yok sayar ve yolunu değiştirir.

Bu nedenle Kızılay Meydanı’nda devlet binalarının arasına yerleşmiş ufacık Güvenpark sınıflar arası kesişme/çarpışma alanına dönüşür. Hasan Hüseyin Korkmazgil’in “kondulardan gelip, her sabahın seherinde Güvenpark’ta birikenleri” anlattığı kalabalıklar, ya da Murathan Mungan’ın geyiklere ve yılanlara dair hikayelerinin saklandığı banklar, ya da Ethem Sarısülük’ün öldürüldüğü kanayan nokta… Hepsi, çevresinde yürüme yasağının olduğu, şehrin meydanındaki bu ufacık parkta kocaman devlet heykellerinin altında sıkışmıştır.

Express dergisindeki yazıya geri dönelim. Farklı sınıflardan ve semtlerden gençlere Ankara’nın haritası çizdirilir. Çankaya ve Bahçelievler semtlerinde yaşayanların, yani orta-üst sınıfın çizdikleri haritada alt-orta sınıfın semtleri Yenimahalle, Altındağ ve Mamak yoktur. Alt-orta sınıftan gelen gençlerse tüm şehri, yani Çankaya ve Bahçelievler de dahil olmak üzere neredeyse her yeri eksiksiz çizerler. Çünkü bu zengin muhitler, aynı zamanda alt-orta sınıfın her sabah işe gittiği yerlerdir. Ancak Çankaya ya da Bahçelievler’de oturan birinin, Kemal Burkay’ın Sonbahar’ı getirdiği Mamak’a ya da Ahmed Arif’in kar altında bıraktığı Altındağ’a bilinçli bir nedenle gitmesi ya da buralara dair detaylı bir bilgi sahibi olması beklenemez. Belki de bu yüzden bu şehir bu kadar katılaşmış haldedir ve sınırlar da sınıflar da bu kadar keskindir.

Dolayısıyla Ankara’da, örneğin İstanbul’daki gibi gizemli bir çöküntü alanına dönüşmüş Tarlabaşı, İzmir’deki gibi bir Kadifekale ya da Diyarbakır’ın Suriçi yoktur. Her semt, kutu gibi evlerden ibarettir. Bazıları büyüktür, bazıları ufacıktır ve sınıfsal ayrım dışında başka bir fark barındırmaz bu semtler. Bir sınıfsal çelişki ya da ilginçlik aramak için Ankara Kalesi’ni zorlarsınız en fazla, çünkü turistik Kale’nin çevresi hala gecekondulardan ibarettir. Ancak kaleye çıkarken de steril yollardan ve dış cephesi makyajlı evlerden geçerek şehre bakar, sonra yine aynı yollarda turistik alışverişinizi yapıp dönersiniz. Kuşbakışı bakmadığınız müddetçe adımlarınız, şehirdeki bilinçli haritada kaybolmanıza imkan tanımaz. Çünkü ortada kaybolacak bir gizem ya da karmaşa yoktur.

90’ların sonundan, elimizdeki küçük kameralarla Ankara’yı görmeye başladığımız günlerden bugüne dek, Ankara haritasının eksik yerlerini kendi yaşamlarımızla iç içe geçmiş başka yaşamları kaydederek tamamlamaya çalıştık. Oysa ortada tamamlanacak bir şey yokmuş. Ne kaydediyorsak kendi bilincimizdeki eksikliğimizi kaydetmişiz, sadece bu katı şehrin haritasının çatlaklarından sızan ışığa bakmaya çalışmışız.

Oktay’ın aynı mahalleden komşusuydu “Albay”. Yenimahalle’de döküntü bir barınakta çöplerin arasında asker üniforması ile duvarlara hayali haritalar çiziyordu. “İmam”, Altındağ’da yanmış bir konduda kararmış sakalıyla kameraya hepimizin kuşlardan geldiğini anlatıyordu. İmam kameraya “Demirin Gözü” ismini vermişti, aynanın yansımasını gösteriyordu objektife… Ankara’nın başladığı ya da bittiği Mamak’taysa kağıtçılar / geri dönüşüm işçileri vardı. Türkiye haritasının en eksik yeri Hakkari’nin Kotranıs köyünden göç etmiş yüzlerce insan, her gün şehrin kıyısındaki gecekondularından şehrin merkezine kağıda, plastiğe çıkıyordu. Albay da, İmam da hayatta değil artık, sadece kayda alınmış suretleri var. Kağıtçılardan da kaybettiklerimize adadığımız filmler kaldı geriye. Bir de kayıtları izlerken aldığımız bu notlar var, Ankara haritasının artığından kalanları izlerken kendimizle ve onlarla konuştuğumuz ve kendi bilincimizle hesaplaştığımız tasvirler…

YFZE8522*Yıkılmışı Tedarik / 2002-2016 / 110′

Albay’ın evi yok, yıkım için terk edilmiş eski Yenimahalle evlerinin birinden ötekine geçerek ikamet eder, başka birine taşınmışsa bil ki bir önceki yıkılmıştır.

Kamerayla bir delinin hayatına girdim. Şimdi filmi montajlarken onunla diyalog kurma çabası, “tek taraflı bir gözetleme değil, aramazda diyalojik bağ vardı”yı anlatma çabası… Adımı soruyor söylüyorum, bu kaydın olmasına seviniyorum. Beni kabul ediyor yaşamına. Tanıştık. “Merhaba…” Yıl 2002, ihtimal Yaz. Sonraki yıllarda bir gece bana türkü söyledi, ben talep etmeden. Beni sevdiğine yordum.

Eve alınan hiç bir şey dışarı atılamıyordu, öylece birikiyordu. Ortada fazla yoktu, çöp yoktu, bütün yiyecekler yenmiyor, hiç bir bulaşık yıkanmıyor ama her şey yeniden kullanılabiliyordu. Herhangi bir işlev kendisine nesneler arasından bir alan açıyor, kendini gerçekleştiriyor, böylece
düzen sondan bir önceki halini almış oluyordu. İşlevin salt bir yaşamda kalma faaliyeti olduğunu düşünmek yanıltıcı olabilir.

Ben vardım ya da yoktum, eşyalar arasında bir eşyaydım, konuşma işlevine lazım oluncaya veya ayaklarına dolanıncaya dek, ordaydım ama değildim.”Beni mi çekiyon?” dedi. İyi, çekme hakkında bir fikri var ve bu beni kurtarır belki. Davranışlarında değişiklik olacak mı? Bitleriyle konuşuyor beni unuttu. Anladım, bir kışlada yaşadığını düşünüyor. Kamera deliye işlemez, gerçekliğe karşı dayanıklıdır. Onunla film yapmanın avantajı bu…

Bir albayın apoleti kaç yıldızdır? O, beş yıldız kazıyor duvara. Sözlerinde hikmet arayıp filmi izleyeni illüzyona gark etmek değil de, belirli biricik bir zihin olarak, hepimiz gibi, kendi gerçekliğinin okyanusundan zaman zaman su yüzüne çıkmasını beklemek mümkün mü?

Unutuyor, o anda orda benim varlığımı. O anda orda yapmayı düşündüğü şeyi de unutuyor. Bana servis yapacaktı, ama uzun bir tabak çanak temizliği işine girişiyor. Kendisiyle konuşmaya geçiyor, yandaki binada yıkım ve kompresör sesleri… Sıra onunkine gelecek, huzursuz…

Bir yıl sonra, Haziran 2004. Albay barınağı değiştirmiş, bi yandakine geçmiş. Öncekinde yıkım başlamış ama orayı terk etmek istemiyor, gergin. traşlı, üstünde yeni üniforma… Ben de kamerayı değiştirmişim, Hi8’den D8’e geçmişim.

“Adın neydi unuttum” dedi bana. “Oktay”. Nerdeydim adımı unutturuncaya kadar? Bilmiyorum, aradan bir yıl geçmiş. Adımı duvarına yazıyor, yakın plan çekmişim hemen. “O benim adamım.” “Sizin değil.” Bakıyorsun, dinliyorsun… Dünyasının neresine yerleşmişsin anlamaya çalışıyorsun, çünkü senin bilincinde onun bir merkeze ihtiyacı var. Bütün sözlerini, davranışlarını birbirine bağlamaya çalışıyorsun. Peki neden bir düşünsel merkeze bağlansın ki? Üzerindeki üniformaya uygun olarak “asker kişi” olduğunu söylemek en kolayı…

“Bir adamın gölgesi bir fırçanın gölgesiyle bir arabanın gölgesini temizliyordu”. Bu hangi yönetmenin sözüydü? Ben Ulus Baker’den okumuştum. Yıkılan son evinin içindeyim. Duvarda Albay’ın çizimleri, üzerlerinde üçgen bir alanda güneş… Bir adamın gölgesi bir balyozun gölgesiyle bir duvarın gölgesini yıkıyor. Balyoz gölge ama kadrajdan düşen taş parçaları gerçek…

O zamanlarda kamerayı Albay’a niye vermediğime şaşırmıyorum, henüz öyle bir fikir oluşmamıştı bizde. Kameraları yeni almış, bunun iştahıyla dünyayı kaydederek yutuyorduk. Hem onun bende çekecek neyi olabilirdi ki? Ama eğer o da beni çekmiş olsaydı en azından yaptığım işe “diyalojik” diyebilirdik. Filmde Albay’ın suretinin görünmediği tek bir kare bile yok nerdeyse. Bu monotonluktan kurtulurduk belki.

Ben de parasızdım benden para istediğinde. O zamanın parasıyla 1 milyon verdim sembolik olarak. Bugünün 1 TL’si ediyor. Çünkü para kullanmazdı. Şimdi görüntüleri izlediğim zaman o parayı yıkım işçilerine evi yıkmasınlar diye vermeye çalıştığını farkediyorum. Bunun gibi bir çok davranışının evi yıktırmamaya yönelik plan ve düşünceler içerdiğini yeni anlıyorum. Evini bu yabancı istilacılardan kurtarmak için rüşvet dahil, memur dövdürmek, kelepçe vurdurmak, silahlı beklemek, hepsi aklından geçiyordu.

Özenilecek bir şey yok, delirmek kimsenin elinde değil, sadece o ihtimalin içine atabilir insan kendini. Bu başa gelen bir şeydir, ama gelen şeyi baş bilmez. Hiç bir deli kendisi için deli değildir o yüzden. Albay da zihinsel hayatına serbesti isterdi, ama fiziksel hayatının normal olmasını isterdi, sıcak bir çorba, ev, ve arkadaş özlediği gibi…

Peki bu kayıtlarda asıl mesele nedir? Albay, film boyunca bizim hayatlarımızdaki bilince dair bir şeyler diyor, sorup duruyor, bir yandan da bütün yemek ve çay sunumları boyunca kullandığı bardağı çanağı temizleyip benim için kabul edilebilir hale getirmek için uzun çabalar harcıyor.

Albay, filmini yapmaya başladığım zamanların çok öncesinde hayatını kaybetti. Bu yüzden montaj sırasında Albay’ı yavaş yavaş nasıl öldürebilirim diye düşündüm. Yavaş yavaş ve sonunda… Önce herkes artık yaşamayan birisinin geçmiş hayatından görüntüler izlesin ve en sonunda adamı sevsinler, acısınlar… Tam da yarın onu bulup ona yiyecek vermeye heves ederlerken onun artık ölü olduğunu, biraz önce dinledikleri türkünün “Ölü Adamın Türküsü” olduğunu öğreniversinler. Bizim onu nasıl adım adım öldürdüğümüzü, yoldan geçerken, trafiği kontrol ederken, duvarlara çizerken, kameraya çekerken, izlerken, sadece izlerken… Onun hep bir Ermeni olduğunu düşündüm. Kimseli kimsesizdiler, hiçlikten gelmişlerdi, hiç idiler…

O öldü, biz yaşaması için bir şey yapmadık. Kendi yaşamı onu öldürdü. Bir gün, ya bir kedi gibi zehirli balık ya da sokak köpekleri için toplu iğne batırılmış et parçası yiyecek ve bir köşede yanından geçenlerin ilgisiz bakışları altında kıvranarak ölecekti. Vicdan yapmayalım.

Filmin adını koydum:”Yıkılmışı Tedarik”. “Yıkılmışı Tedarik” doğrudan Albay’ın anlatımlarında geçen bir söz. “Ölü Adamın Türküsü” de olurdu ama ad bana ait, bir nitelemeye dönüşürdü. Filmin adı önemli, Albay’ın hayatını kapsıyor fikrimce, yıkılan hayatını tedarik etmekle geçen ömürsüzlük… (Yazı: Oktay İnce’nin “Yıkılmışı Tedarik – Kurgu Notları”ndan kısaltılmıştır.)

DSDO7620*Demirin Gözü / 2000 – 2010 / 50′

Adı İmam, lakabı değil. Adam kaldırımın ortasına sıçıyordu. Güpegündüz… Çankaya-Altındağ sınırına, Opera Köprüsü’nün Bitpazarı’na bağlandığı yere, eski Kültür Bakanlığı’nın arkasına… Makinem yoktu o zaman, fotoğraf çekip size göstereyim. Sıçıştaki asaleti yani… Yere bir şeyler çiziyordu bir taraftan. Görünmeyen birine kızıyordu. Gerçi belki de mecburdu. Dilenmez ve içki içmezdi. İhtiyacı olanı isterdi. İhtiyaç dediysem, acıktıysa yemek… Sık ishal olurdu. Önemsemezdi.

O gün onun yıkığında sabahlamıştım. Üstümde Allah var… Sabaha karşı aceleyle fırladı. Çıplaktı. Üzerine teliz hararlardan birini attı ve dışarı fırladı. Teliz onun peleriniydi. Güzel değil mi? Yalnızdı. Birisiyle konuşmak ona iyi geliyordu. Anlatacak çok şeyi vardı. Yalnızlığını çok sömürdüm. Kare kare fotoğraflar… Çok da acemiydim. Sonra ben fotoğraftan kameraya geçtim. O sadece bir yıkıktan ötekine…

Altındağ Çerkez Sokak’ın arkalarında, marul yıkanan varillerde banyo yaparmış geceleri, öyle derdi. On parmağında on yüzük vardı. Kendi imalatı… Yaz, kış şemsiyesi omuzunda… Başında kar maskesi bere… Sokakta ayaklı sanat eseri gibi gezerdi. Belindeki kirli çantada rüya yorumları
taşırdı. Bana da okurdu. Yıkığına kitap ağacı kurmuştu. Paralar yerlerde saçılıydı. Bozukluklar ya da beşlik onluk banknotlar… Bu paralar, kitaplar, topladığı bütün nesneler evde yaptığı enstelasyonlar içindi. Hayatı, mekanı, kendisi bir enstelasyondu. Nesnelerin, paralar da dahil, değişim değeri yoktu. Para verince çorba alacağını bilmezdi, ya da unutmuştu.

Fotoğrafını çekerken gözlerini kapatırdı. Gözlerini kapatınca görülmediğini düşünürdü. Beni görünce tanır, adımı söylerdi. Kardeşi Hasan Hüseyin’den söz eder, “sen boyda” derdi. Hoşuma giderdi. Kuşları beslerdi. Korkardı sanki onlardan. “Kuşlar heryerde bizi gözler” derdi. Tanrı gibi… Bir gözü tellerde ağaçların başında çatıda olurdu hep. Kuş yalnızca kuş değildi. Rüzgarda savrulan etek, sigaranın dumanı, uçuşan herşey kuştu. Uçmak gücün eylemiydi, kırıntılarla beslenirdi. Ceviz ağacı akıl ağacıydı. Dünyayı ceviz idare ederdi. Kangal’da hiç ceviz yoktu, Ankara’da çoktu. Dikmen’e ondan göçmüştü. Altmış yaşındaydı ya da yüz altmış. Aynalıydı. Ya da aynanın kendisiydi. Yüzüklerine, kullandığı nesnelere ayna yapıştırır, ayna kırıkları dikerdi. Ayna, kötülüğü geri yansıtır, onu nazardan saklardı. Ayna demirin gözüydü. Emin değilim ama öyleydi. Şapkasının arkasında mesela bir tane vardı, üçüncü göz, gerisini kollardı. Ruhundaki arıza, yansıyınca kaybolurdu. Buna inanırdı, öyle diyorum.

Şimdi nerde bilmiyorum. Son yokladığımda “Aşık Veysel’in kızı Sivas’a götürdü onu, bakacakmış” dedi esnaflar. Kutlu kişiydi onlar için. Onu yolda almayan bir dolmuşun kaza yapışını, ya da o gün rüyalarına nasıl girdiğini anlatırlardı. “Mutlaka bir fakülte bitirmiştir” derledi, bir önceki yaşamında. Kış sert geçince kaygılanırdım. Bir gecekonduda onunla yaşamayı çok istedim. Eryaman’daki kapıcı dairesinde bir ay kaldık birlikte. O Kış, 2002 miydi, çok sertti çok… Eksi 20 falan… Onu Altındağ Çerkez Sokak’tan aldım. Ölecek diye korktum. Eve, ondan önce bitlerini getirmiştim kaç kez. Onu kapıda donu da dahil, soydum. Bacağının arasını sökük tutardı. Caddeye sıçarken zaman kaybetmemek için. Bitlerle tek sorunu verdikleri kaşıntıydı. İmam sıcak suyla mutluydu.

Havalar ısınınca onu geri gönderdim. İki kez geri gelip pencereyi tıklattı. Evi çok sevmişti. Çünkü penceremin karşısında bir ağaç vardı. Kuşlar hep ona konardı. Onda Ulus Baker’i hatırlatan şey ne idi? Ya da Ender’i? Ender, dünya ile, nesneler aracılığıyla iletişim kurar. Hayır, dünya onunla iletişim kurar. Ulus, anlamı yerinden sökmekle uğraşırdı, yanlış mı hatırlıyorum? Yaşamayı çürük bir diş gibi söküp attı. İmam o çürük dişten bir yüzük yapardı. Ender o yüzüğün dünyayı yerinden oynattığını düşünürdü. (Yazı: Oktay İnce)

haci1*Ateş ve Düğün / 2001 – 2012 / 24 video

İlk kez Kızılay’da Kotranıslılarla karşılaştığımızda 2001 yılının Temmuz ayıydı. Bir el kamerası ile kiminle buluşacağımızı bilmeden geri dönüşüm işçisi Rıdvan’ı bekliyorduk. Şehrin merkezindeki sokaklarda geri dönüşümün izlerinin ve meydanlarda biriken ve ayrıştırılan artığın hikayesinin peşindeydik. Belki de bir belgesel için ön hazırlık… Ulus Baker’in derslerdeki sözleriyle dolup taşan imajların teorik silsilesi ile deneye yanıla edindiğimiz pratik fikirler birleşince bir şeyler olur diye düşünüyorduk. Ancak mevzu, o zamanki aklımızı da pratiğimizi de sarsıp yeniden kurgulatacak boyuttaymış.

Hiç gelmeyen Rıdvan’ın yerine onun akrabalarından kâğıt toplayıcı bir çocukla yaptığımız ilk kayıt denememiz bizi bu geri dönüşümün ekolojik terimlerinden olabildiğince uzaklaştırıp gerçeğin çölünde bıraktı. Bir Ankaralı için “zorunlu göç” gibi kavramlar genellikle haberlerde -eğer ki haberlerinizi de kendiniz seçiyorsanız- görünür olabilecek kavramlardır. Zorunlu göçün ve yakılan yıkılan binlerce yerleşim yerinin izdüşümünü Ankara’da şehrin merkezi Kızılay’ın sokaklarında gördüğünüzde ise Ankara’yı ve Ankara’nın doğusunu haritada yeniden arama derdine düşüyorsunuz.

Hepiniz Hakkârili misiniz?” sorusu ilk röportaj denemesinde, çocuklara sormak durumunda kaldığımız üçüncü soruydu. 1994’te yakılan Kotranıs Köyü sakinlerinin o zamandan beri Hakkâri’ye, Van’a, Adana’ya ve sonunda Ankara’ya göç etmelerinin bir sonucuymuş meğer Kızılay’ın kağıdınınve plastiğinin arkasında görünmez olan şey. Bizim içinse mevzu, bir el kamerası ile Ankara sokaklarındaki gezintimizin buzdağına çarpmasıydı. Ülke siyasetinin pencereden fırlatırcasına ya da ayrıştırarak çöpe attığı insan yığınına kendi görsel bilincini geliştirmekten çekinen bir kamera ile tanık olmak tek yapabildiğimizdi. “Bilinçsiz kamera”nın varlığı yine de tüm bu mevzuyu kendi ezberlerimizi bozarak anlamamıza imkân tanıyan tek araçtı. Ne de olsa “televizyoncu” değildik, öğrenci sayılırdık hâlâ. Hem zaten çekimleri de “öylesine” yapıyorduk. Pek de bilinçli sayılmazdık, sezgilerimizin, düşüncelerimizin ve hikayelerin peşinden gitmeye çalışıyorduk.

Albay da İmam da, tek başlarınaydılar. Hayatları Ankara haritasının kaybolan hatlarında bir yıkıntıdan diğerine gitmekle geçiyordu. Şehrin merkezi diyebileceğimiz Kızılay’a ya da daha ötesine dair nasıl bir algıları vardı? Kendi şehir haritaları yıkıntıların duvarlarındaki çatlaklar mıydı? Geri dönüşüm işçileriyse şehrin orta-üst sınıf mahallerinin herhangi sokağında karşınıza çıkabilirdi. Şehrin yürüyüş haritasını belki de en iyi onlar biliyordu. Her gün şehrin kıyısındaki Mamak’tan şehrin merkezi Çankaya’ya doğru, sokaklarda kağıdın ve plastiğin zenginleştiği saatlere denk gelecek yürüyüş hatları… Çankaya’da her gün ürün veren tarlalardı sokaklardaki çöp yığınları. Albay’ın ve İmam’ın kaldıkları yerde yıkılmış bir enstelasyon gibi duran eşyalara karşın kağıt toplayıcıların ardiyelerinde kağıdın ve plastiğin kalitesine göre istiflenmiş yığınlar… Agatha Christie romanı, Windows 95 kullanım kılavuzu, Çin Yemekleri kitabı, hepsi 3. hamur… Eğer bir antikacı herhangi birini tekrar dolaşıma sokmazsa gelecekleri yumurta kolisi olacak kitaplar ve ülke gündeminden ironik başlıklar sunan eski gazeteler…

Ramazan, kağıt ve plastik topladığı çekçekle Yenimahalle’ye kadar gelmiş, Albay’ın evinde Hakkari’deki köylerinin nasıl yakıldığını anlatmıştı. Ramazan, yaz sıcağında karanlık bir cinayete kurban gitmeden önce bırakmak zorunda kalmıştı geri dönüşüm işçiliğini. Ardiyesini belediye, polis zoruyla yıktığında Ramazan televizyon kameralarına bağırıyordu. “Zaten köyümüz yakılmış, buraya göç olmuşuz… Bizim daha ne yapmamızı istiyorsunuz?”

Hacı, zabıtanın kağıtçıların evden bile çıkmasına izin vermediği zamanlarda önce zabıtalara sonra da Oktay’ın kamerasına nüfus cüzdanını gösteriyordu: “Ben bu ülkenin vatandaşı değil miyim? Bu zulüm bize reva mıdır?” İstiflediği kağıtları taşıdığı kamyonete binecekken şehrin merkezinde hız rekoru kırmaya çalışan bir arabanın altında can verdi.

Kaybolanlar, geri dönenler, tekrar başlayanlar oldu yıllar içinde. Bu şehir, öteki yaşamları mahalleleri resmi bellekte görünmez/hatırlanmaz hale getirecekse, sizi Albay’a ya da İmam’a dönüştürmeyi amaçlıyor. Tek başına ve sayıklama halindeyken “zararsız” olduğunuzu düşünüyor. Ama geri dönüşüm işçileri gibi kalabalıklaşıldığında mevzu değişiyor. Şehrin bilinci sizi zorla şehrin hiyeraraşik emek-sermaye haritasında Ankara’nın çeperinde bir kutuya sokmaya, kendi hayatınızın rotasını kendi başınıza çizmekte ısrarcıysanız da haritanın dışına atmaya çalışıyor.

2001’de Kotranıslılarla tanıştığımız zamandan bugüne dek bir el kamerası, defalarca onlarla birlikte şehrin artıklar arasındaki yürüyüş haritasını çizdi. On yıl boyunca kamera, Kotranıslıların arasında, düğünlerden ev sohbetlerine, her yerde elden ele dolaştı. Kayıtlarda, ardiyeler zorla boşaltılıp yakıldığında ateşi söndürmeye çalışanlar da düğünde halaya duranlar da aynı yüzler, aynı ellerdi. Çoğunlukla kimin hangi görüntüyü çekmiş olduğunu tahmin etmek bile zorlaştı. Bir şeyler söylemenin ya da planlamanın anlamsızlaştığı durumlar ise o an görünenlerin/yaşananların yüklü göndermeleriydi ve kameranın kişiliksizleşmesi de kolektif imajın temel kodlarındaki dağınıklığın aksine yarattığı bütünlüktü. Sanki ortada “sanatsal bir durum” söz konusuydu da, aramızda bir sanatçı yoktu. Niceliği yüksek atıkların arasında kaybolan Kotranıslıların durumunun nitelikli atığa dönüşmesi, her şeyin bir güncel sanat ürünü gibi göründüğü hazine gibi bir alanda, herhangi bir konsepte (mesela öteki), herhangi bir nesneye (mesela balyalanmış plastik yığınlarının şiirsel gösterisi) ya da herhangi bir kişiye (mesela sarı saçlı bir Kürt) yaslanarak üretilebilecek herhangi bir sanat eserinden tedirgin oluyorduk. Ortaya çıkacak “ürünün” kendisini, bulunduğu ortamdan ve kişilerden soyutlayarak hijyen bir alanda bambaşka bir görsel/işitsel alan yaratması “sanatsal” bir bilinci de beraberinde getiriyor. Görüntü, kaydı alınan kişiye bir daha geri dönmemecesine kendi sanatsal yolcuğuna çıkıyor.

Oktay’ın ardiye çekimlerinde söylediği bir söz geliyor aklıma: “Kamerayı şu plastik yığınlarına öylece atılmış bir demir parçası gibi düşünsek, oradaki o halin, o anın kaydını kendiliğinden yapsa…” Kamerayı kendi refleksif bilincimizden de özgür kılmak, kendi gördüklerimizin sınırlı bilincinden öte bir algının arayışıyla yaratılan her kadrajın, anlamaktan çok hissetmeye dayalı olması, bilincin doğal sansürünü de dışlıyor. Tercih yapmak zorunda değiliz; atıkların geri dönüşümü mü köylere geri dönüş mü? Her bir imgelem, her bir referans içinde bulunduğumuz fiziksel ve kavramsal çöplüklerde dağınık olduğu kadar, birbiriyle kördüğüm olmuş halde. Bu düğümü çözmek ya da atıkları ayrıştırmak yerine görüntüyü de bulunduğumuz noktanın bilincinden sıyırarak geri dönüşüme ya da yeniden paylaşıma sokmak gerekiyor.

Burada son sözü Ulus Baker’in söylemesi gerekir: “Çünkü bilinç bir seçmedir -her şeyi değil, işimize geleni seçme hallerimize ‘bilinçli davranış’ diyoruz… Dolayısıyla bilinç doğaya hâkim olmak şöyle dursun, onun azaltılması, eksiltilmesidir… Yani doğaya eklenen bir şey değil, onun unuttuğumuz bir anı, bir kısmıdır…” (Yazı: Alper Şen)