GerideKalanlar 8 – Birlikte Yaşıyoruz, Dayanışmamız Kazanacak

Artıkişler Kolektifi – 2016 //

Atina Göçmen Dayanışma Hareketi’nden Olga ile konuştuk: “İşgal etmek bir amaç değildir, ihtiyacı olan insanların barınması için bir araçtır”

olga1990’lı yıllar, Yunanistan’a kitlesel göçün başladığı yıllar oldu. Çünkü daha önce, Yunan vatandaşları Kuzey Avrupa’ya ve Amerika’ya göç etmekteydiler. Bu nedenle Yunanistan’da göçten bahsettiğinizde önce Yunanlılar kendi göçlerinden bahsedildiğini sanıyorlar. Göç kavramının Yunanistan’daki halklar için çok derin, tarihsel bir belleği var. Ancak 1990’larda Sovyetler Birliği’nin yıkılması ve Balkan coğrafyasındaki değişimin sonunda göçmenlerin de Yunanistan’a gelebildiğine tanık olduk. Özellikle 90’lardan itibaren Arnavutluk’tan Yunanistan’a kitlesel bir göç başlamıştı. Bu dönemde çok sert bir ırkçılık ortaya çıktı Yunanistan’da. O zamanlarda birçok reformist gazetenin bile Arnavutlar hakkında çok rahatsız edici başlıklar attığını hatırlıyorum. 1990’larda “Arnavut olmak” hakaret gibi algılanmaya başlamıştı. Bu dönemde bazı yoldaşlarla birlikte göçmenlerle ve mültecilerle dayanışmak için bir grup oluşturmuş ve Excharhia’da bir sosyal merkez açmıştık ki bu merkez hala çalışmalarını sürdürüyor. Bu merkezde ücretsiz Yunanca ve diğer dil kurslarından, yasal destek masaları oluşturmaya kadar faaliyetler organize ederken, bir yandan da göçmenlerin sorunlarını politik düzlemde tartışıyorduk. Bir yandan da göçmenlerin kendi organizasyonlarını, kendi kolektiflerini oluşturması için çalışmalar yürütüyorduk. Bu nedenle sloganımız, “Varlığımız ancak bize artık ihtiyaç duyulmadığında anlamlı olur”du. Göçmenler ve mülteciler toplumdaki herkesle eşit haklara sahip olmalıydılar ve bizim onlar adına konuşmamızdansa onların kendi hakları için de mücadele edebilecek bir kolektif yapıya sahip olmaları gerekiyordu. Bu nedenle Yunanistan’da göçmenlerle yürütmekte olduğumuz mücadelenin böyle bir geçmişi var. Bu yaz Atina Irkçılık Karşıtı Festivali’nin 19. yılını düzenleyeceğiz. Her yıl 30-40 bin katılımcı bu festivale geliyor.

cp2City Plaza Oteli dört farklı kolektif tarafından yürütülüyor. Bu işgal otelinin dışında bu amaç doğrultusunda ilk işgal evi Atina Excharhia’da 2015 Ekim ayında kuruldu. O günlerde de Victoria Meydanı’ndaki bu oteli hep görüyorduk ve otel hakkında bazı fikirler geliştiriyorduk. Sınırlar açıktı, insanlar burada sadece birkaç günlüğüne kalıyorlardı ve sonra yollarına devam ediyorlardı. Bu nedenle yerleşim burada çok da öncelikli bir sorun değildi. Bu yüzden önceliğimiz daha çok yemek temini ya da tıbbi destek oluyordu ilk dönemlerde. Göçmenlerin yolculuk rotasını takip ederek dayanışmayı sürdürmeye çalışıyorduk.

Ancak, Avrupa Birliği’nin Türkiye ile anlaşması sonrasında sınırlar kapanınca, buradaki insanlar için kalıcı mekanlar oluşturmanın acil bir ihtiyaç olduğunu düşünmeye başladık. Bu aynı zamanda farklı bir politik söyleme de denk düşüyordu. Halen sınırların açılması ve herkes için dolaşım özgürlüğü için mücadele vermeye devam ediyoruz. Bununla birlikte, buradaki halkla da “artık burası bir geçiş alanı değil, insanlar burada bizimle yaşayacaklar” gerçeğini tartışmaya başladık. “Hoşgeldiniz” demek, sadece göçmenlere yemek vermekten ibaret değildir. “Hoşgeldiniz”, gelenlerin de sizinle birlikte bir yaşam alanına sahip olduklarını kabul etmek anlamına gelmelidir. Bunu kabul etmek de insanlar için kolay olmuyor. Herkes şunu söylüyor: “Zavallı göçmenler, çok zor durumdalar, onlara yiyecek vs vermek gerekiyor”. Bunu önemsiz görmüyorum, aksine bu farkındalık da çok önemli.  Ancak insanlar halen mevcut toplum yapısının biraz değişeceği / değişmesi gerektiği gerçeğine mesafeli bakıyorlar.  50 bin göçmen, Yunanistan nüfusu ile karşılaştırdığımızda çok düşük bir oran. Anaakım medyada tarif edildiği gibi bu göçmen nüfusunun toplumsal yapıda dramatik bir dönüşüme neden olması pek mümkün değil.

Bu “kabullenme” de aslında bir süreçtir, bugünden yarına değişecek bir şey değil… Bu oteli örnek alalım, burada 400 kişi kalıyor. Küçük bir köy nüfusu kadar… Böyle bir köyün de kendi dili, kendi alışkanlıkları ve geldikleri, büyüdükleri toplumun yapısı sonucu bir ortak alışkanlıkları olması ve kendi toplumsal yapılarını sürdürmeleri gerekir. Burada, bizimle birlikte yaklaşık 450 kişi yaşıyor. Birçok kişinin çok farklı toplumsal geçmişi var ve farklı hayat tarzlarını bırakıp gelmişler. Buraya ilk defa gelen her aileye ya da kişiye burasının nasıl yürütüldüğünü anlatıyoruz. Burada bir ücret ya da beklenti karşılığında insanların çalışmadığını, devletten ya da bir sivil toplum örgütünden destek almadığımızı, her şeyin dayanışma ile gerçekleştirildiğini ve kişilere özel bir uygulama yapılmadığını anlattık. Yani birlikte temizliyoruz, birlikte pişiriyoruz, birlikte yiyoruz, kolektif yaşamaya çalışıyoruz. Aynı politik düşünceden olmayan insanlara da bunu elimizden geldiğince anlatmaya çalışıyoruz. Bunu Somali’den gelen kadına anlattığımızda, birden heyecanlandı: “Yani askeri kamplar gibi değil mi?” Bu cevaba biraz moralimiz bozulsa da yeniden her şeyi anlatmaya çalıştık. Burada yaşayan bazı insanlar bizim “iyi insanlar” olduğumuzu düşünüyor, bazıları bu süreçten kesin bir kazancımız olduğunu düşünüyor. Burada kaç kişi, bizim tam olarak nasıl bir politik ve sosyal amaçla burada olduğumuzu, savunduğumuz hakları, müşterek yaşama dair düşüncelerimizi biliyor emin değilim. Geçenlerde iki göçmen arasındaki tartışmada biri, “buranın müdürü ile görüşmek istiyorum” dedi. Ona, uzun süre burada müdür olmadığını, burada bir hiyerarşinin olmadığını anlattık. Buraya gelen birçok insan hiyerarşinin kurumsallaştığı toplumsal yapılardan geliyorlar. Konuşma yapmak yerine toplantılar, forumlar düzenlemek, rizomatik ilişkiler oluşturmak çok garip gelebiliyor. Yani bir beceriye ve yeteneğe sahip olunca bunu bireysel bir ayrıcalık ve güç gibi kullanmaktansa bunu kolektif bir duyguyla paylaşmak gerektiğini söylemek ve bunun önemine insanları inandırmak pek de kolay bir şey değil. Bizim de bu konuda geniş bir deneyim ve birikimimizin olduğunu söyleyemem. Bu nedenle sürekli her kararı ya da uygulamayı defalarca tartıştığımız da oluyor. Ancak birkaç kişiyle, mesela Kobané’den gelen göçmenlerle benzer bir anlayış içinde olduğumuzu söyleyebilirim.

Kadına yönelik şiddet konusunda da net kurallarımız var. Bir erkek karısına ya da başka bir kadına şiddet uygularsa buradan atılıyor. Kadınsa burada kalabilir ya da erkekle beraber buradan ayrılabilir, bu onun tercihi oluyor. Fakat kadınla bu durumu detaylı biçimde konuşuyoruz.

Burada mücadeleye katılan ve aynı zamanda da bu koşullarda “bekleyen” insanlar var. Bu bekleyiş de özgürlüğe ulaşma sürecinin kendisidir. Yani bir çadırda bekleyerek değil, aynı zamanda hakları için mücadele ederek… Birlikteyken “gücümüz” olduğunu göstermeye çalışıyoruz. Bu nedenle burada göçmenler, City Plaza Oteli’nin yönetimindeler. Otelin teknik sorunlarının çözülmesinden, göçmelerin anadilde eğitim görmesi için öğretmen teminine kadar her aşamada birlikte çalışıyoruz. Yani burada “biz burada sadece kalıyoruz” düşüncesinde değiller.  Dayanışmadan insanlar otelin idaresinin her aşamasında göçmenlerle birlikteler. Bununla birlikte örneğin aşırı korumacı olmamaya çalışıyoruz. Bir göçmenin hastaneye gitmesi gerektiğinde onun elinden tutup hastaneye götürmenin bir yöntem olmadığını düşünüyoruz. Yolu ve yordamı tarif ettiğinizde, City Plaza’dan çıkıp bir hastaneye gidebilirler ve tedavi olabilirler. Elbette dil bir sorun iletişim konusunda… Ama artık burada yaşıyorsanız bir şekilde insanlarla iletişimi kendiniz kurmanız gerekecek. Şehri biliyor olmanız, yani kendinizi idare edebilecek olmanız da gerekecek. Çünkü artık bu toplumun bir parçası oluyorsunuz.

Bu işgal evi politik bir projedir. Belki de bir ay sonra burası olmayacak. Bu nedenle burası resmi bir “iltica” merkezi değil. Elbette burası tıbbi yardımdan eğitime kadar birçok konuda bir merkez gibi işliyor olabilir ama bunun ötesinde yasal iltica konusunda danışmaları için başka merkezlere insanları yönlendiriyoruz. Yunanca kursları konusunda insanlar sosyal merkezlere gidiyor. Burada Yunanca kursu vermiyoruz. Bu politik bir karar. Çünkü insanların dışarıya çıkması, sosyalleşmeleri, toplumla nasıl iletişime geçmelerini öğrenmeleri gerekiyor. Örneğin buradaki çocukları Eylül’de başlamaları için Cuma günü ilkokula kayıt olmaya götürdük. Sabah sekiz buçukta resepsiyonda buluşup çocuklar için gerekli belgeleri düzenleyip dokuz buçukta okula gitmeyi planlıyorduk. Oysa sabah sekiz buçukta onlarca çocuk çoktan hazırlanmışlar, çok güzel giyinmişler, okul çantaları ve ellerinde belgelerle bizi resepsiyonda bekliyorlardı.  Hepsi “Okula gidiyoruz” diyerek neşe içinde yürüyorlardı. Komik bir durumdu çünkü Haziran ayındaydık ve aslında o gün okulun son günüydü. Ama o gün okula gidişimiz, tüm çocuklar için geleceğe yönelik bir umuttu. Yani belki bir-iki ay sonra buradan ayrılacaksınız, başka bir ülkeye gideceksiniz ama ayrılmazsanız da Eylül’de çocuğunuzu okula götürmeniz gerekecek. City Plaza’da nüfusun neredeyse yarısını Suriyeliler, diğer yarısını da Afganlar oluşturuyor. Afgan çocukların hepsi okula kayıt oldular. Suriye’den ve Irak’tan sadece birer çocuk okula kayıt yaptırdı. Bu aynı zamanda buraya nasıl baktıklarını ve aynı zamanda Avrupa Birliği politikalarının insanların yaşamlarını belirlemede ne kadar etkili olduğunu gösteriyor.

City Plaza Otel, 7 yıldır borçlarından dolayı boştu ve satılamıyordu. Bu nedenle her durumda burayı yasal bir statüye kazandırmamız mümkün değildi. Özel mülkiyeti bir işgal evine dönüştürmemiz bizim için de büyük bir risk. Ama burası boşaltılsa da boşaltılmasa da bu finansal değil, politik bir sorun. Çünkü buradaki 400 kişiye başka bir barınma olanağı sağlayamadan burayı boşaltamazsınız.  Dolayısıyla bu belirsiz durumdan da faydalanarak burayı göçmenlerin barınması için kullanıyoruz. Bina, yasal olarak sorunlu olsa da sosyal ve politik anlamda bir avantajımız var. Burası elbette ki göçmenlerle dayanışmamızı göstermemiz açısından önemli bir yer ama aynı zamanda kapitalizm altındaki özel mülkiyetin ne anlam ifade edebildiğini de böylece tartışabiliriz. İşgal etmek bir amaç değildir, ihtiyacı olan insanların barınması için bir araçtır. O nedenle burayı bir işgal evi gibi görmektense burayı “Göçmenler İçin City Plaza Oteli” olarak tanımlıyoruz. Bir yandan da şu soruyu soruyoruz: Kullanımda olmayan özel mülkiyet, barınmaya ihtiyacı olan insanlar için kullanılamaz mı? Yani toplum için hangisi daha önemli, insanların barınma hakkı mı, yoksa kullanılmayan bir binanın mülkiyeti mi? Böyle durumlarda en azından kapitalizmin temel kanunlarına tırnaklarını geçirebiliyorsun ve “neden?” diye sorabiliyorsun… City Plaza Oteli bir çözüm değil, sadece nasıl olabileceğine dair bir örnek… İşgal evleri 50 bin göçmenin yerleşimi için asla kalıcı bir çözüm olamaz.  Ancak bu bir örnektir. Dayanışma ile mücadele içinde olacağımızın bir örneğidir.

Burası, Victoria Meydanı, faşistlerin daha çok yaşadığı bir bölge. Burası uzun yıllar göçmenler için çok tehlikeli yerler oldu. Altın Şafak üyeleri yakalanana kadar göçmenler buradaki “güvenlik” elemanlarından korkardı. Buraya gecede 4, 5 saldırı oluyordu. O nedenle City Plaza’nın burada bizim için varlığı daha önemli çünkü şehrin herhangi bir yerinde faşistler tarafından kontrol edilen bir yer istemiyoruz.  Bu nedenle City Plaza Oteli, göçmenler için barınma hakkının ötesinde özel mülkiyetin sorgulanmasından, dayanışmayı yaymaya ve faşizmle mücadeleye kadar genişleyen anlamlar içeriyor.