Dönüşümün Videosu

Alper Şen / 2012 –

İlk kez Kızılay’da Kotranıslılarla karşılaştığımızda 2001 yılının Temmuz ayıydı. Bir el kamerası ile kiminle buluşacağımızı bilmeden geri dönüşüm işçisi Rıdvan’ı bekliyorduk. Şehrin merkezindeki sokaklarda geri dönüşümün izlerinin ve meydanlarda biriken ve ayrıştırılan artığın hikayesinin peşindeydik. Belki de bir belgesel için ön hazırlık… Ulus Baker’in derslerdeki sözleriyle dolup taşan imajların teorik silsilesi ile deneye yanıla edindiğimiz pratik fikirler birleşince bir şeyler olur diye düşünüyorduk. Ancak mevzu, o zamanki aklımızı da pratiğimizi de sarsıp yeniden kurgulatacak boyuttaymış.

Hiç gelmeyen Rıdvan’ın yerine onun akrabalarından kâğıt toplayıcı bir çocukla yaptığımız ilk kayıt denememiz bizi bu geri dönüşümün ekolojik terimlerinden olabildiğince uzaklaştırıp gerçeğin çölünde bıraktı. Bir Ankaralı için “zorunlu göç” gibi kavramlar genellikle haberlerde -eğer ki haberlerinizi de kendiniz seçiyorsanız- görünür olabilecek kavramlardır. Zorunlu göçün ve yakılan yıkılan binlerce yerleşim yerinin izdüşümünü Ankara’da şehrin merkezi Kızılay’ın sokaklarında gördüğünüzde ise Ankara’yı ve Ankara’nın doğusunu haritada yeniden arama derdine düşüyorsunuz.

“Hepiniz Hakkârili misiniz?” sorusu ilk röportaj denemesinde, çocuklara sormak durumunda kaldığımız üçüncü soruydu. 1994’te yakılan Kotranıs Köyü sakinlerinin o zamandan beri Hakkâri’ye, Van’a, Adana’ya ve sonunda Ankara’ya göç etmelerinin bir sonucuymuş meğer Kızılay’ın kağıdınınve plastiğinin arkasında görünmez olan şey. Bizim içinse mevzu, bir el kamerası ile Ankara sokaklarındaki gezintimizin buzdağına çarpmasıydı. Ülke siyasetinin pencereden fırlatırcasına ya da ayrıştırarak çöpe attığı insan yığınına kendi görsel bilincini geliştirmekten çekinen bir kamera ile tanık olmak tek yapabildiğimizdi. “Bilinçsiz kamera”nın varlığı yine de tüm bu mevzuyu kendi ezberlerimizi bozarak anlamamıza imkân tanıyan tek araçtı. Ne de olsa “televizyoncu” değildik, öğrenci sayılırdık hâlâ. Hem zaten çekimleri de “öylesine” yapıyorduk. Pek de bilinçli sayılmazdık, sezgilerimizin, düşüncelerimizin ve hikayelerin peşinden gitmeye çalışıyorduk.

Geri dönüşüm işçileriyse şehrin orta-üst sınıf mahallerinin herhangi sokağında karşınıza çıkabilirdi. Şehrin yürüyüş haritasını belki de en iyi onlar biliyordu. Her gün şehrin kıyısındaki Mamak’tan şehrin merkezi Çankaya’ya doğru, sokaklarda kağıdın ve plastiğin zenginleştiği saatlere denk gelecek yürüyüş hatları… Çankaya’da her gün ürün veren tarlalardı sokaklardaki çöp yığınları. Albay’ın ve İmam’ın kaldıkları yerde yıkılmış bir enstelasyon gibi duran eşyalara karşın kağıt toplayıcıların ardiyelerinde kağıdın ve plastiğin kalitesine göre istiflenmiş yığınlar… Agatha Christie romanı, Windows 95 kullanım kılavuzu, Çin Yemekleri kitabı, hepsi 3. hamur… Eğer bir antikacı herhangi birini tekrar dolaşıma sokmazsa gelecekleri yumurta kolisi olacak kitaplar ve ülke gündeminden ironik başlıklar sunan eski gazeteler…

Ramazan, kağıt ve plastik topladığı çekçekle Yenimahalle’ye kadar gelmiş, Albay’ın evinde Hakkari’deki köylerinin nasıl yakıldığını anlatmıştı. Ramazan, yaz sıcağında karanlık bir cinayete kurban gitmeden önce bırakmak zorunda kalmıştı geri dönüşüm işçiliğini. Ardiyesini belediye, polis zoruyla yıktığında Ramazan televizyon kameralarına bağırıyordu. “Zaten köyümüz yakılmış, buraya göç olmuşuz… Bizim daha ne yapmamızı istiyorsunuz?” Hacı, zabıtanın kağıtçıların evden bile çıkmasına izin vermediği zamanlarda önce zabıtalara sonra da Oktay’ın kamerasına nüfus cüzdanını gösteriyordu: “Ben bu ülkenin vatandaşı değil miyim? Bu zulüm bize reva mıdır?” İstiflediği kağıtları taşıdığı kamyonete binecekken şehrin merkezinde hız rekoru kırmaya çalışan bir arabanın altında can verdi.

Kaybolanlar, geri dönenler, tekrar başlayanlar oldu yıllar içinde. Bu şehir, öteki yaşamları mahalleleri resmi bellekte görünmez/hatırlanmaz hale getirecekse, tek başına ve sayıklama halindeyken “zararsız” olduğunuzu düşünüyor. Ama geri dönüşüm işçileri gibi kalabalıklaşıldığında mevzu değişiyor. Şehrin bilinci sizi zorla şehrin hiyeraraşik emek-sermaye haritasında Ankara’nın çeperinde bir kutuya sokmaya, kendi hayatınızın rotasını kendi başınıza çizmekte ısrarcıysanız da haritanın dışına atmaya çalışıyor.

2001’de Kotranıslılarla tanıştığımız zamandan bugüne dek bir el kamerası, defalarca onlarla birlikte şehrin artıklar arasındaki yürüyüş haritasını çizdi. On yıl boyunca kamera, Kotranıslıların arasında, düğünlerden ev sohbetlerine, her yerde elden ele dolaştı. Kayıtlarda, ardiyeler zorla boşaltılıp yakıldığında ateşi söndürmeye çalışanlar da düğünde halaya duranlar da aynı yüzler, aynı ellerdi. Çoğunlukla kimin hangi görüntüyü çekmiş olduğunu tahmin etmek bile zorlaştı. Bir şeyler söylemenin ya da planlamanın anlamsızlaştığı durumlar ise o an görünenlerin/yaşananların yüklü göndermeleriydi ve kameranın kişiliksizleşmesi de kolektif imajın temel kodlarındaki dağınıklığın aksine yarattığı bütünlüktü. Sanki ortada “sanatsal bir durum” söz konusuydu da, aramızda bir sanatçı yoktu. Niceliği yüksek atıkların arasında kaybolan Kotranıslıların durumunun nitelikli atığa dönüşmesi, her şeyin bir güncel sanat ürünü gibi göründüğü hazine gibi bir alanda, herhangi bir konsepte (mesela öteki), herhangi bir nesneye (mesela balyalanmış plastik yığınlarının şiirsel gösterisi) ya da herhangi bir kişiye (mesela sarı saçlı bir Kürt) yaslanarak üretilebilecek herhangi bir sanat eserinden tedirgin oluyorduk. Ortaya çıkacak “ürünün” kendisini, bulunduğu ortamdan ve kişilerden soyutlayarak hijyen bir alanda bambaşka bir görsel/işitsel alan yaratması “sanatsal” bir bilinci de beraberinde getiriyor. Görüntü, kaydı alınan kişiye bir daha geri dönmemecesine kendi sanatsal yolcuğuna çıkıyor.

Oktay’ın ardiye çekimlerinde söylediği bir söz geliyor aklıma: “Kamerayı şu plastik yığınlarına öylece atılmış bir demir parçası gibi düşünsek, oradaki o halin, o anın kaydını kendiliğinden yapsa…” Kamerayı kendi refleksif bilincimizden de özgür kılmak, kendi gördüklerimizin sınırlı bilincinden öte bir algının arayışıyla yaratılan her kadrajın, anlamaktan çok hissetmeye dayalı olması, bilincin doğal sansürünü de dışlıyor. Tercih yapmak zorunda değiliz; atıkların geri dönüşümü mü köylere geri dönüş mü? Her bir imgelem, her bir referans içinde bulunduğumuz fiziksel ve kavramsal çöplüklerde dağınık olduğu kadar, birbiriyle kördüğüm olmuş halde. Bu düğümü çözmek ya da atıkları ayrıştırmak yerine görüntüyü de bulunduğumuz noktanın bilincinden sıyırarak geri dönüşüme ya da yeniden paylaşıma sokmak gerekiyor.

Burada son sözü Ulus Baker’in söylemesi gerekir: “Çünkü bilinç bir seçmedir -her şeyi değil, işimize geleni seçme hallerimize ‘bilinçli davranış’ diyoruz… Dolayısıyla bilinç doğaya hâkim olmak şöyle dursun, onun azaltılması, eksiltilmesidir… Yani doğaya eklenen bir şey değil, onun unuttuğumuz bir anı, bir kısmıdır…”

Leave a Comment