Direnç Çiçeği – Kurgu Notları

Oktay – Kasım 2019

Direnişin gündelik rutini, görüntülenebilme açısından üç özerk eksen oluşturdu. Yüksel’ çıkış öncesi, hazırlık sürecini görüntülenmekten azade tuttuğumuzda, pankartın açıldığı andan gözaltı aracına atılma anına kadar, kameralara tümüyle açık olan kesit. Gözaltı aracı ise devlet için, gösterilmesi istenmeyen bir mahrem bölge. Direnişçilerin bu mekânı kameraya açmaları, kamusal olarak görünür kılmaları, yasak ve serbest geriliminde, belgesel film için özel, özerk bir etki alanı oluşturuyor. Aynı zamanda araç içinde gözetleme kamerası var, onu kapatabilir ya da yüzünüz ona dönük devlete de hitap edebilirsiniz, kamuya olduğu kadar

Gözaltı araç kayıtları, geceli gündüzlü içerili/dışarılı bir Yüksel belgeseli içinde kendisine, genel hikâyenin bir parçası olarak yer bulabilirdi. Benim çektiklerim hariç, gözaltı canlı yayınları, daha sonra filme dönüşür niyetiyle yapılmış kayıtlar değil. Tamamen eylemcilerin haber amaçlı kendi kayıtları. Canlı yayın dışında yaptığım kayıtlar ”belgesel amaçlı” kayıtlardı ve görüntü rejimi film içinde kendini belli ediyor zaten.

Polis aracı bir tür “ferbunde zone” aslında, yasak bölge, bu durum film yapmayı daha cazip hale getiren bir şey. Durumun kendisi bir meydan okuma, mekânın geçici özgürleştirilmesi, saldırı sonrası yaralarını sardığın ve sözünü halka ilettiğin yer haline dönüşüyor on dakikalığına, bazen daha fazla. Belgeselde olaylar hangi mekânda ilerleyecektir? Kameranın görüş alanının hacim olarak yayılması ile, misal kentin her noktasına, derinlemesine girmesi arasında fark var. Bu, “derinlemesine”, kamusal olmayan özel hayatlara, en yaygını “yatak odası” metaforu doğru. Devletin mahremi, “yatak odası”, “zone intertit”. Tabelayı her yerde görürsünüz. Çekim yasağı vardır. İçinde neler yaşandığı ya da olayların nasıl geliştiğine bakmaksızın zone intertit, belgesel film için, gösterilemeyeni bakışa açan, kamusallaştıran kayıtlar olarak baştan cezbedici.

Yüksel Direnişi devam ediyor. Direnişle ilgili kayıtlar, imajlar henüz tam olarak “özgür” değil. Sadece haber ve videoact potansiyelinin kullanılmasına izin veriyor. Dolayısıyla şimdilik proje adı Yolda olan filmimiz bir videoact. Haber ve videoact ise her zaman direnişin esenliğini düşünmek zorunda olduğundan kurguda imgelerini özgürce kuramaz. Ama bu filmde sınırları biraz zorlamak niyetim, videoactı filme doğru zorlamak.

Ne demek imajlar henüz belgesel veya başka sanatlara uygulanmak üzere yeterince özgür değil? İmaj neyden özgürleşecektir? Elbette imajın salt özgürlüğü, imajın ölümüyle mümkün, tam olarak bir arşiv imaja dönüşmesiyle. Böylece kadavraya dönüşen imaj, doktorlarının, yani videocuların, sanatçıların, onu bir zamanlar kopyası olduğu hayatlardan, zamandan ve mekândan kopararak istedikleri gibi kesip biçmeleri, yeniden dikebilmeleri demek imajın ölümü.

Belgesel görüntünün arşive dönüşme zamanı ise kayda aldığı olayın son tanığının veya aktörünün “toprak” olmasıyla mümkün. Olayı yaşayan veya tanığı olan tek bir canlı anlatıcı var ise henüz görüntü arşive dönüşmemiştir. Arşivleşme tam olarak olayı canlı canlı söyleyecek bir dil kalmamasıyla mümkün. O kişi çıkıp kamusal olarak olayı anlatacak, insanların beyin ekranlarına yansıtacak durumdadır. İmajın arşive dönüşmesi veya henüz dönüşmemiş olması, onunla ne yapabileceğinizi etkileyecek hatta belirleyecek bir durumdur.

Görüntünün arşive dönüşmesi sürecinden bir önceki durum ise olayın devam ediyor olmasıdır. Olayın devam ediyor olması, kayıtların, yani arşiv üretiminin devam ediyor olduğu anlamına gelir. Olay süregiden bir direniş veya bir savaş olabilir. Yüksel Direnişi veya Suriye Savaşı, fark etmez. Sürmekte olan olay hakkında belgeseller, sergiler yapılmakta mıdır evet, sadece şunu söyleyebiliriz, bu çalışmalar henüz “özgürleşememiş” bir imajlar topluluğuyla yapılmış olmakla maluldür, imge potansiyelinin belli bir boyutunda vazgeçilmiş demektir. Görüntüler, yaşanmakta olan olay içinde, şu veya bu insanın yaşamını negatif etkileyebilecek, olayın seyrini etkileyebilecek haller taşır, montajda özgürce düşünmeye, kesip biçmeye izin vermeyebilir.

Videohaber veya videoact ise, yerleştiğiniz bakış açısına göre, haklı olanı, ezilen tarafı doğrudan desteklemekte beis görmez, bir belgesel filmin veya video-art’ın içe dönük eleştirelliğini taşıma derdi olmayabilir. Konuyu Yüksel Direnişi ve Yolda filmine hızla getiriyorum. Direniş devam ediyor. Bizim, Seyri Sokak, kurgusunu yaptığımız videohaber ve videact filmlerinde direnişi yeniden üretmek, direnişe moral ve motivasyon vermek gibi, direnişçinin bakış açısına yerleşmek gibi bir hattımız var. Eleştirellik sınırımız ise şu an direnişi negatif etkilemeyecek, devlet karşısında onu zayıflatmayacak sınırlarda kalır.

Dolayısıyla bir Yüksel belgeseli yapacaksak, bu ancak direnişin sona ermesi, görüntülerin, direnişin sonucunu etkileyecek pozisyondan çıkacak şekilde, olaydan özgürleşmesini beklemek tercihim. Görüntünün olanaklarını zaman içinde araştırmak gerektiği kadar, mekân içinde, bu mekân imajın kendisidir, araştırmak elzemdir. Yüksel Direniş görüntüleri çoklu bir okumaya muhtaç. Fotoğraflar ve videolar, imaj rejimleri, canlı yayın, kamera kayıt ve mobese kayıtları. Yolda filmi bu potansiyel filmlerden birisi olarak ortaya çıkıyor.

Videoları, tamamıyla “olay/zaman” sıralamasına göre dizdim. Farkındayım ki bu sıralama lineer bir montaj çizgisi. Gözaltı araç içi, film mekânı. Kaba kesmelerde olayları yeniden hatırlıyorum. Direnişin duygusal iniş çıkışları böylece videolara yansıyabiliyor, birbirini takip edebiliyor. Nuriye ve Semih’in açlık grevine başlaması, tutuklanmaları, açlık grevinin son dönemi, Numune Hastanesi süreci, tahliye ve açlık grevinin bitişi, duygusal sıçrama zamanları, sonra rölanti. Yine de eğilimim olay/zaman düz çizgisini mümkün olduğunca kırmak.

İyi tamam… Select all ve delete. Nereye kadar kısalabilir? Veya bir film nereye kadar uzayabilir. Gerçek zamanın hangi kesitleri, yaşananı yoğunlaştırabilir ve izleyene aktarabilir? Bir izlenme matematiği kurmak zorunda mıyız? Bu bizi yoğunluğa, çarpışmalara zorluyor.

Aşağıdan gözaltı aracına polislerce karga tulumba atılma anları, gerilim anları, uzun uzun. Ve kendini tekrar ediyor. Uzayan ve kendini tekrar eden her şey, süre içinde etkisini törpüler. Ya eylemin kendisi, uzadıkça ve tekrar ettikçe kendini? Bu film ve olay gerçekliğinin paralelliği, tam olarak montajda takip edilebilir bir şey olur mu? Direniş heyecan yaratırken film de öyle, tavsarsa tavsama. Bu nedir şimdi? Neyi yeniden üretiyoruz böylece, bir temsili, bir kopyayı mı? Eylemin kopyası.

İki kopya o halde, ham kayıtlar olan bitenin kopyası olarak, montajlanmış hali, eylemin belli aşamalarına sinmiş duygusal çizgilerin kopyası olarak. Bu görsel düşünme. Peki, öyle olsun. Ama bunu istemiyorum. Bu, görüntüleri okumak değil, kazımak altındakini çıkarmak ya da, kendisini bize görünür kılmayanı aramak için kazmak değil. Görüntünün çoklu potansiyeli.

İnternetten inme ve çözünürlük düşük çoğunda. Yakınlaştır, yakınlaştır ki grenleri dev gibi olsun. Acun öğretmenin gözlerini seçebiliyor musunuz uzaktan? Konuşan bir dudağa dönüşünce ne olur? Görüntüyü öldürmek, zamandan mekândan çıkarmak, hatta sesinden kurtarmak… Ses ile görüntü arasındaki eşzaman kaymış bütün görüntülerde. Direnişçiler içinde “filmik kahraman”ın – siz karakter dersiniz – Nazan olduğu konusunda hiçbir tereddüdüm yok. Nuriye eylemin kahramanı. Film ile eylem arasındaki paralellikleri kırmaktan bahsettim yukarda. Nuriye, olağan belgeselde, düz olanda karakter olabilir, o başka bir film. Bu filmde zaten görüntüde olamayışları, ya da zihinlerden daha az bir kamera temsiline sahip olmaları bunu imkânsız kılıyor. Fiziksel varlıkları kısıtlı olsa da, başka bir kahramanlık düzlemleri var, hep kendilerinden söz edilenler ve uğruna dayak yenenler.

Nazan’ı ana karakter yaptığımda, işte “yamuk” bakmış olacağım, Zizek. Çünkü her karakter öne çıkmak için davetkâr, görünürlükte adalet talep ediyorlar. Belki İlker hariç, Mustafa da… Eylem için önemli addedilen kişi, filmik olarak ikinci planda kalabilir veya önem tayini izleyenlerce yapılır. Nuriye varken, siz Nazan’a bakın demek. Bakışınız Nazan’dan geçsin, direnişe bakışınızdaki statiko bi sarsılsın. Ve elbette sadece edimleri yok, sözler, ifadeler ve bunların etkileri var. Önceden düşünülmüş ve öğretici sözler veya o anda kendiliğinden bütün duygusal yükleriyle fırlayan ifadeler. Acun ve Veli, belli bir formüle göre konuşuyor sanki. Biri öğretici, öğütçü, önceden hazırlanmış ama kişisel tınısını ekleyen. Bu durum onların filmik olarak azaltıcı etmenleri. Denge yok, eşitlik ve denklik yok. Hiyerarşi ve farkın oluşturduğu eğimle hız alan imajlar.

Açlık grevinin sonlanmasıyla bitirsem, işte yine paralellik, olay biter film biter. Hâlbuki bitmedi direniş sürüyor. Fiziksel olarak varılacak yer hastane, ilk gözaltı muayenesi için, oraya bir planım var. Varılıyor bir yere yani.

Açlık bitti direniş sürüyor, ama bundan sonrası için tarih zaman vermeyen, mekan sabit olduğuna göre durum bildiren kesitleri seçeceğim. Ve onları zaman bildirimli sekansların arasına serpeceğim, diyorum ama bakalım ne olacak. İşkence anlatımları almaya karar verdim, zincirleme.

Video eylemcilerin zayıf noktası, “eylemciler ne düşünecek?” kaygısı. Videoact’tan kurtulmak çok zor. Bu fikirden kurtulmak önemli, eylemden ve eylemciden özgürleşebilecek miyiz? Önümde akıp giden imajlar. Ne görüyorum orada? Propaganda. Hatta eylemin çıkış fikrinin ötesinde, her türlü günlük gelişme ile ilgili propaganda. Onlar kendilerinin biz de onların propagandasını yapıyoruz, bundan nasıl çıkacağız? Videoact’ı aşmak istersen eylemcilerle ayrı düşmeyi göze almalısın.

Öfke ve neşe. Bu ikisini takip etmeye çalışıyorum. Nazan. İki duygu da birleşiyor onda. O gün ne oldu, o olduğu gün hangi gündü, bunlardan kurtulmak. Her şeyi yeniden okumalı.

Aynı bilgi, kaçıncı gündü, devam eden kesitlerde varsa birini seç. Bu film biçimi nasıl bir şey? Tamamıyla arşiv görüntülerinin montajından bir hikâye çıkarmak, elde ne varsa ondan. Ulus’un “visual thinking – görsel düşünme” derslerinden girebiliriz meseleye. Bir ressam görsel düşünür, tiyatrocu dekoru sıfıra indirip saf devinime ulaşmaya çalışır. Görsel düşünme montajda başlayan bir şey değil. Zaten gündelik hayatta da düşünme görsel bir şey. Saf devinim. Filmde hangi saflığı yakalarız? “Yakalarız”. Biz üretmiyoruz, yakalıyoruz. Arşivde zaten var, kazıp çıkarıyoruz. Fermente ediyoruz, üzüm gibi suyunu sıkıyoruz, aynı duygular birbirini yakalıyor, yoğunlaşıp saflaşıyor, cübürünü atıyoruz. “Ağlayan bir çocuk değil, ağlamanın kendisini yakala.” Kendiliğinden geleni, ta yürekten, rolleri çıkar. Organize söylem var, önceden düşünülmüş, rol dağılımı yapılmış, bunlar direnişin ihtiyaçları ama filmin değil.

Sürekli işkence dayak anlatıları veya neşeli sohbetler durmadan türkü söyleyen insanlar, ortamda iki kamera var, devletinki ve kendi ellerindeki, iki düşman kamera. Söz bu iki düşman kamera arasına nasıl sıkışır, aynı anda hem halka hem devlete nasıl mesaj verilir? Hangi mesajın kime gittiği nasıl kontrol edilebilir. Gözaltı biçimi bir sabitliğe erdiği zaman, Yüksel Caddesi ile ilk kontrol hastanesi arasında yaklaşık 10 dakikalık yol süresinin nasıl değerlendirileceği artık önceden planlanabilir hale geliyor. Çoğunlukla aynı kişiler, bazen aktörler değişiyor. Kişiler değişmiyorsa sözün değişmesi gerekiyor, her gün farklı şeylerden söz etmek gibi, bir tür radyo programına benzemeye başladığını hissediyorsunuz. Canlı yayına atılan mesajlar okunuyor sesli bir şekilde, sesli cevaplar veriliyor, selam gönderiliyor.

Direniş alanının bir sahneye dönüşmesi, bu sabitlenme ile açıklanabilir. Bu bir değersizleştirme değil, bir hal, amaçlanmış bir şey değil, kaçınılmazlık. Mekân ve saat değişmiyor. Seans veya matine gibi. O halde sözü değiştirmek gerekiyor. Yüksel bir sahneye dönüşürken, gözaltı aracı bir video serisi halinde işliyor. Kamusal bir alan olmadığı için oranın halka seslenme biçimi canlı yayın, yani video.

Nuriye ve Semih, dizilim bile hiyerarşik, niye Semih ve Nuriye diye dizemiyoruz da refleks olarak Nuriye’yi önceliyoruz?

Harfler ve ses dizilimi mi yoksa direniş içerisindeki önem ve öncelik daima dilin hiyerarşisini kuruyor mu? Neyse, Semih ve Nuriye’nin gözaltı aracında görüldüğü bir kaç kesit var. Gözaltı aracında ilk video kaydı direnişin 39. gününde almışız, Nuriye ve Semih gözaltındaki diğer destekçilerle beraber türkü söylüyorlar, uzun bir bekletme süreci. Diğer canlı yayın görüntüsü ise 129. günden, açlık grevinin 9. günü. Mobil telefon Nuriye’de, canlı yayın yapıyor. E tabi bu kesitler film açısından kıymetli geliyor bana. Film arasına serpiştirerek sonunda Nuriye’nin direnişin sekiz yüz ellinci günü bizzat katıldığı 8 Mart eylem gözaltısındaki görüntüsüyle bitirmek. Velakin sonra fikrim geldi, fikrim değişti. Kendilerinin görünmesinden çok sürekli adlarının okunması, onlara destek için her türlü işkenceyi baskıyı göze alan insanların mücadelesi fikri daha yakın geldi.

Yoklukları görünürlüklerinden daha güçlü bir etki yaratabilirdi. Bu “yokluk”un da ürettiği bir hiyerarşi var elbette. Araç içindeki görünürlük onları diğerleriyle eşitleyen bir hal iken, kendileri hiç görünmeyen veya ozalit pankart ya da afiş halinde görünen, adları sürekli gözaltı aracına kazınan, eylemin sloganı haline gelmiş kişiler olmak, bu eşitliği kıran şey. Orada bir hiyerarşi kurmak aynı zamanda bir dengeyi kırmak, bir harekete neden olmak demek. İzler, her zaman gerçekliğin kendisinden daha güçlü bir etki yapıyor. Konturların keskinliği, hareketi en az çizgiyle vermek. Şu an eksiltme işi 5 saat, artık örmeye başlayabiliriz.

Bu film biçimini archevideo olarak adlandırmıştık sanırım. Meseleyi hikâye etmek için görüntü yeterliliğine sahip olan arşivi, yeni bir görüntü eklemeksizin film olarak montajlamak. Olayı güncellemeden yeniden okumak, yeniden kurmak.

Gözaltı aracındaki canlı yayın görüntülerinin yerleştiği zemin nedir? Protestocular, gözaltına alınmadan önce eylemlerini, polislerin gözaltı saldırısı sırasındaki işkencelerini görünür kılmak için eylem dışından mobil kameralar hazır bulunduruyorlar. Bazen bu video-eylemcilerin kendileri de gözaltına alınıyorlar, bizim gibi, canlı yayına araç içinde devam ediyorlar. Bizim görüntü rejimimiz eylemcinin kendi görüntü rejiminden farklı: “Selfie of act.” Biz meseleye daha mesafeli bir yerden olanları çok da duygu yüklü olmayan bir sesle anlatıyoruz, bu durum Eylül’de zaman zaman farklılık gösterse de… Daha çok eylemcinin, saldırıya uğramış olanın o anki ruh halini ve fikirlerini yansıtıyor kameramız. Sorular soruyoruz. Kamera eylemcinin elindeyken, önünde ve arkasında eylemci olduğunda ise bir duygular örtüşmesi, çoğaltılması, eşitler arası bir ilişki doğuyor. Bunun imaj rejimine, etkiye yansımaması, filmin kuruluşuna etki etmemesi mümkün değil.

Direnişin ilerleyen günlerinde, araç içinde artık canlı yayın açısından tam rahatlığa kavuşulduktan sonra. Yüksel Caddesi ile ilk kontrol hastanesi arasındaki yaklaşık on dakikalık mesafenin daha planlı bir propaganda zamanı olarak kullanıldığını görüyoruz. Elbette dışardan apar topar, üç cümle söyleyemeden, tekme tokat, ters kelepçe arabaya fırlatılma halinin öfkesi, acısı biraz geçtikten sonra, direnişçiler muhtemelen önceden yaptıkları iş bölümüne göre açıklamalar yapıyorlar. Bu açıklamalar bazen direnişin bizzat talebiyle ilgili olabileceği gibi ülke gündeminden önemsenen bir meselesi de olabiliyor. Çıplak gözle dışardan görülmek mümkün olmadığı için araç içinde bir film evreni kuruluyor, günde iki kez tekrarlandığı için, bu bir dizi aynı zamanda, her gün o saatlerde izleyicilerini ekran başına çağıran… Hancılar ve yolcular var. Hep orada olanlar ve zaman zaman uğrayıp geçen farklı yüzler.

İlk anların heyecanı geçince – 1 dakika ortalama – herkes görev başında: Kamerayı kim tutacak, kim hangi konuda konuşacak. Bu noktada söz veya davranışın kendiliğindenliğinde bir geri çekilme yaşandığını tahmin edersiniz. “Herkes bizi izliyor” duygusunun havaya hâkimiyeti. Sözlerin ve davranışların daha fazla ölçülüp biçilmesi. Ama diğer yandan sırası gelecek olanın bugün insanlar üzerinde güçlü bir etkiyi hangi sözlerle sağlayabilirim kaygısına düşmesi. Tekrara düşmemek önemli. Öğretici, öğüt verici, bilgilendirici veya epik destansı, kitabi, edebi veya gündelik dil ile başlayıp duyguların seline kapılan, hikaye anlatıcı dil. Nazan. Acun, çok öfkelendiğinde veya üzüldüğünde. Alev, sinirleri alınmış bir şiir.

Olayın yapısını bozuyorsun, yoksa olmuyor. Devrim ismi çok isabetli, devirmekten geliyor, yıkmaktan, olayın yapısını bozuyorsun. O görüntü ne zamana aitti, o ses, o söz? Yıkılması gereken ilk iş şeyler sanırım zaman, yani lineer zaman, ne ne zaman olmuştu, sonra ne oldu.

Sinemada “aralık” kuramını çoğumuz duyduk, okuduk. Birbirini takip eden iki imaj arasında olup biten şeyler: Kuşelov Efekti. Bir yüz görürsünüz sonra bir cenaze merasimi ve yüzün üzgün olduğunu düşünürsünüz, hissedersiniz, sanırsınız. Aynı yüzden sonra, bir karnaval yürüyüşü gelirse, aynı yüzün neşeli olduğunu sanabilirsiniz. İşte böyle, hangi imajı hangisi takip edecek, boşluk yok. Karanlık bile bir boşluk değil. Niye şimdi bu artık klişeye dönüşmüş bu soruya girdik? Bir imajı başka bir imajın takip etmesi ve bunun etkisi elbette film kurmanın değişmezi. Şiddet dozu yüksek bir gözaltı saldırısından sonra, Acun öğretmenin polislere yönelik, başka bir zamandan elbette, uzun öfkeli bir konuşmasını koyduğumuzda ne olur? Bir neden/sonuç ilişkisi kurulur. “Siz insanlara böyle işkence ederseniz onlar da size böyle söylemekte haklıdır” anlamına. Tersi de aynı. Acun öğretmenin veya Nazan’ın, polislere yönelik öfkeli bir anlatımını bir işkenceli gözaltı kesiti izlediğinde, söylenenin doğrulanması sağlanır. Ama bunun filmik etkisi nedir, nasıldır? Doğrudan, nedenler ve sonuçların birbirini doğrulayarak ilerlemesi filmik olarak düşük bir performans vereceği fikrine kapılmadan edemedim. Ve hatta nedenler ve sonuçları hemen peş peşe vermek, kör gözün parmağına, otur makale yaz, film yapma o zaman… Film yapmanın bilgilendirmenin bir versiyonuna dönüşmesi. Tersine…

Bunun yerine sürekli “dolayımlamak” kavramı gidip geliyor zihnimde. Dola, dola… Olayları, şeyleri, zamanları sürekli birbirine dola. “Aralık” aslında yönetmen merkezli bir fikir, bizde yönetmen olamayacağına göre kurgucu merkezli oluyor. Bir kesiti niçin diğer kesitin takip ettiğini ben biliyorum, bir fikrim var, duygum var, belki oluşmasını hedeflediğim bir etki var.  Acıdan sonra neşeyi verirsem ne elde ederim? Acının geçiciliğini mi, insanların direncini mi, acının aslında çok da derinde olmadığını mı? Bir neden-sonuç ilişkisi kurmayıp da hadi çatışma yarattığınızda? En azından izleyiciye bırakabileceğiniz daha fazla duyumsama alternatifi var. Aralık fikrinin yönetmen merkezli olması, “şunu yapmak istedim, sen izlerken şunu duyumsa diye”. Eğer mahalleden değilse, sinemacı veya eleştirmen değilse, izleyici asla kendini yönetmenin yerine koyup da ne düşünmüş ben de düşünüp hissedeyim demez. Aralıkta, daima üçlü bir imaj çarpışması gerçekleşir. İzleyicinin öznelliği dediğimiz şey. Birbirini takip eden her kesit, izleyenin kendi belleğinde depolanmış başka imajlarla etkiletişime geçer, Kuşelov’un “kadın yüzü”, misal karnaval sahnesine geçmeden önce kendi belleğinden bir kadın yüzü çağırabilir, yaşadığı bir durumu, izlediği bir resim sergisindeki yüzü çağrıştırabilir ve sonra sokaktaki karnaval görüntüsüne geçer. Bu hal, film boyunca devam eder. Zaman zaman, filmin gidişatı izleyiciyi yönetmenin fikrine doğru çekse de, filmin sonunda izleyici yönetmenin ana fikrinin çok uzağında duygularla sinemadan çıkabilir. Hal böyle ise, montaja nasıl devam edeceğiz? Katı bir yapı kurmamak anlamına geliyor biraz. Her kesitin, her imajın zihinsel içerikteki yerini belirlemeye, gerek yok demek. Hep tekrarlanan “çoklu okumaya izin veren” gevşek bağlar, her yöne çekilebilecek bağlar… Direnişin olumlanmasından kuşkuya düşülebilir mi? Düşülebilir. Peşin bir fikir değil benim direnişi yücelteceğim, bunu kıran şeyler, bizzat orada, tam da direnişi yüceltmek amacıyla söylenmiş sözlerden yapılmış şeylerden kırılmalar yaratmak. Muğlak durumlar. Gerçekte muğlak mı, sadece yansıtıyor musun, yoksa ben mi muğlaklık hissi vereceğim, ikisi de doğru olabilir.

Film, direnişte görünür olmuş geçici ya da kalıcı unsurların, bütün yüzlerin eşit ve dengeli bir temsili sözünü veremez. Direnişte önemli olup da hiç kayda girmemiş kişiler olabilir, bu film söz konusu olduğunda, gözaltına alınıp da kaydı yapılmamış ve tabii ki, bu benim iktidarım, sözü ve eylemi filmden dışarda bırakılmış olabilir. Kendisini eylemde çok filmde az görenler üzülebilir.

DAĞILIM DENGESİ

Nazan’ın ve Esra’nın dağılımı. Kesinlikle bir yapıdan söz etmememiz gerekiyor, yatay bir kule. Omurgası var ve kaburgaları, eklemleri. Esra, tek bir video kesitin parçalanması ve film içinde dağılımı. Nazan, farklı zamanlarda yapılmış her biri kendi içinde bir bütün konuşmaların dağılımı. Aksiyonların ve araç içindeki farklı insanlara ait anlatımların dağılımı. Mesele tüm bu dağılımların film içindeki ağırlıkları, bir denge denklik mi yoksa yığılmalara mı oluşturacak? Esra,  Şeyh Bedreddin destanından kesitler okuyor. Tamamen gözaltı aracı içinde uzun bekletmelerin getirdiği bir zaman geçirme ihtiyacı için. Filmin onunla başlayıp onunla bitmesi kapalı bir anlatı oluşturuyor, paranteze alma.  Ve ses tek düze, kitaptan okuyor çünkü. Nazan’ın, konuşmaları sırasında duygusal sıçramaları çok etkili, mizahtan acıya, acıdan öfkeye. Onun kesitlerinden vazgeçerken çok zorlandım. Gözaltına alınış, arabaya atılış anları çok benzer,  benzerliklerden bir fark üretmeye çalışıyorum. Şu an film 1 saat 50 dakika. Aslında normal izlenme süresine inmiş görünüyor. Timeline da değil de bağımsız bir ekranda kesintisiz bir izleme yapmalı, not alarak, belki aradan bir süre geçmeli ve yeniden izlemeli ve başkalarıyla izlemeli

Filmi izliyorum, videoact’tan çıkamadığını hissediyorum, daha fazla bozmalı ama ne? İmajları güncel hallerinden, içeriklerinden çıkarmalı. Halkevci genç, olağan durum bir hal, sonra Acun, öfke, Esra zaman, Nazan, neşe… “Fluctuatio animi” demişti Ulus: Ruhun çalkalanmaları, bir duygudan ötekine sıçramalar. Politik olanla estetik olan arasında bir uzlaşmazlık üretmek. Ranciere… Denemeye devam ediyoruz.

Şöyle düşünüyorsun, film Yüksel Direnişi diye adlandırılan eylem serisinin bir aracısı değil, tersi olsun. Yüksel Direnişi, insanda neyi ortaya çıkaran bir aracıdır, insana ne yapar, insan ne olur? Evet evet oluyor. Çok kısa kesitler videoact’a yaklaştırıyor, uzun tut, uzun, saçma derecesinde. Gençlik, gözaltı otobüsünde plastik kelepçelerini kesiyor, sonra başkaları “ey özgürlük” türküsünü söylemeye çalışıyorlar ama beceremiyorlar Grup Yorum olmayınca. Bu iki kesiti bağlayan fikir elbette özgürlük. Ve Nuriye’nin tahliyesinin yaklaşmış olması, andırma bu, geliyor.

Ölüm Ne Yana Düşer Usta’yı izledim. Amed, Suruç, Ankara katliamları üzerine. İki imaj ekseni var, olay anından görüntüler ve yaşayanların sözlü anlatımları.  Anlatımlar, bir betimleme yapıyorlar, ne yaşandı nasıl yaşandı ben ne haldeydim. Zihninizde canlanıyor katliamalar, daha önce onlarla ilgili zihne kaydolmuş imajlardan yeniden oluşuyor manzara. Olay anında çekilmiş görüntüler destekliyor, bir şeyler ekleyerek elbette, birbirini örüyorlar belik gibi, ikili sarmal. Tanıklık, mahkeme de böyle, olayın ayrıntılı bir betimlemesine, tam bir manzarasına ulaşarak gerçeğe ulaşmak, bir yargıda bulunabilmek için.

Tanıklar, olayı yaşamayanların, zihni konuyla ilgili tamamen boş olanların zihninde tam bir manzara oluşturmak istiyorlar. Bunu hissedebiliyor musun? Biz hissedebilmeni istiyoruz, bunun için anlatıyoruz. Film yargıda bulunacak mı peki? Özellikle 10 Ekim çok kaydedilmiş bir katliam. Tamamıyla o olay anında kayda girmiş görüntülerden bir video yapılsa ne olurdu diye düşünüyorum. Çok çok zor bir hal, insanın düşebileceği en dehşetli anlar, insanın bütün güçlerinin ve bütün güçsüzlüklerinin, duygularının ve duygusuzluklarının tavan yapacağı anlar girmiştir kayda, ölümle hayat arasındaki sınırdan daha sınır ne olabilir? Son on dakikayı avukatlar almış, hukuk hem eylemde hem katliamda en az konuşması gereken şey, hem de bir belgeselde…

Her şeyi yeniden bozdum. Çünkü önemli bir öğe girdi devreye, marşlar, türküler. Günde iki kez gözaltına alınıyorlar ve neredeyse türkü söylemedikleri bir sefer yok. Türküler hem hacim olarak bu kadar yer kaplarken hem de türkü söylemeden edemediklerini düşündüğümüzde, filmde “müzik” muamelesi göremezler. Asli unsur olarak bütün imajlara türkülerinden yeniden bakınca ne olduğunu göreceğiz. Türkülerin tam olarak içselleşmesi için sadece türkülerden oluşan bir video yapacağım, youtube için.

Bütün sesler kendi kaynağından, bindirme yok. Ama kayma var, internetten indiği için sanırım, senkron yok, öyle kalsa.

Bitti. Adı Direnç Çiçeği. Sonunda yine bir film değil videoact olduğuna karar verdim. Galayı Youtube’ta yaptık. Buyurun link: