Atölye: Video Yapımı ve Kolektif Bellek Üzerine Düşünceler / Yöntemler

Artıkişler Video Kolektifi (Alper Şen, Ömer Şamlı), Fatih Bilgin, Hande Zerkin

Temmuz 2018 – Seferihisar

1. Bölüm: Artıkişler Video Kolektifi ve Kolektif Bellek

Alper Şen: Ankara’da sokaklarda kağıt toplayıcılarından dinlediğimiz hikayelerin hezeyanlarıyla ve bu hikayelere dair bir şeyler üretmenin niyetiyle video kayıtları almaya başladığımızda 2001 yılıydı. “Hakkari’den Ankara’ya Kağıtçılar” (2004) “Dağın Ardında” (2006) “Kotranıs” (2007) “Çöp İçin Dövüş” (2010) isimleriyle belgeseller ve bir çok video-eylem, bu on yıllık süre içerisinde üretildi. Bu videoların yapım sürecinde ortaklaştığımız duyguları ve düşünceleri takip ederek başka mevzulara dair videoların üretim sürecine girdikçe 2010 yılında bir video kolektifi oluşturma fikri ortaya çıktı. Kolektif zaman içerisinde farklı formlara dönüştü. Ama özetlemek gerekirse; Artıkişler Video Kolektifi kentsel dönüşüm, soylulaştırma, zorunlu göç, mültecilik, kent içi emek, arşivleme ve kolektif toplumsal hafıza gibi Türkiye’de toplumsal yaşamın farklı kırılma alanlarını sorgulayan güncel ve tematik çalışmaları benzer çizgideki gruplarla paylaşma, kolektif alanlarda sergileme ve gösterim prensiplerini izleyen bir video kolektifi.

Artıkişler, dolayısıyla Ankara’da oluşan ve üreten, “Karahaber”, “VideA”, “KozaVisual” gibi video kolektiflerinin bir anlamda devamı gibiydi ilk başta. Ankara’da kağıt toplayıcılarının yaşadıklarının tanıklıklarıyla beraber, sokaklarda yaşayan zamanı takip eden videolar ve video-eylemler üreten bir yapıyken zaman içerisinde bu görüntüler birikmeye ya da yığılmaya başladı. Çektiğimiz her görüntünün bir süre sonra arşive dönüştüğüne tanık olduk yıllar içinde. Arşivi, sokaklarda kaldıkça ve kaydetmeye ya da kayıt toparlamayı sürdürdükçe üretmiş oluyorsunuz aslında ister istemez. Sonra yıllar içerisinde o kayıtlara geri dönmeye başladık. Dönme ihtiyacı hissediyoruz, çünkü bizim için biraz da sürekli geri dönme ihtiyacı hissettiğimiz başlangıç noktası böyle bir anlama dönüşüyor: Bugüne kadar peşinden gittiğimiz her görsel dil, birlikte görüntü ürettiğimiz herkesin kolektif belleğiyle ilgili bir şey. Aslında Ankara’da kağıt toplayıcılarının hikayesini baştan sona bilmenize gerek olmayabilir. Ben de uzun süre bilmiyordum Ankaralı olmama rağmen. Bir süre sonra bu mevzuya dair görüntüler ürettikçe, videolar yaptıkça ve bu videoları yaygınlaştırdıkça videoları izleyenler de başka bir görsel tanıklık oluşturmaya başladılar. Belki de günümüzün ürettiği şöyle bir görsel pratik var: Hiçbirimiz kendi kişisel belleğimiz üzerinden yürümüyoruz. Kolektif bellek diye tabir ettiğimiz bir şey var; Chris Marker’ın “Güneşsiz” videosunda ima ettiği bir anlatımdaki gibi hiçbirimiz Hiroşima’daki nükleer patlamayı yaşamadık. Ama birçoğumuzda buna dair bir hafıza var. Çünkü orada yaşanan acının görsel diline dair, gördüklerimizle oluşan bir duygu sonucu geçmiş zamanın belleğini taşıyabiliyoruz hatıralarımızda. Bunun ürettiği kolektif hafıza ne anlam ifade ediyor diye sorduğumuzda, aslında kolektif hafızanın hiçbir zaman doğrusal gitmediğini görüyoruz. Burada birçoğumuz yıllardır süregiden toplumsal mücadele içinde “ben buradayım, biz buradayız” cümlesini söylemenin ve hak mücadelesi için sokakta olmanın bir anlam ifade ettiğini biliyor. Ancak bu, fiziksel olarak her zaman sokakta olmak anlamına gelmiyor. Bir arkadaşımızın, ya da hiç tanımadığımız birinin sokakta olması, sokakta gördüklerine dair bir kayıt üretmesi ve bizim de onu izlememizle de kolektif bellek oluşabiliyor. Görüntülerin bizde uyandırdığı duygu zamanla hafızaya dönüşürken kolektif bellek denilen şeyin de bu duygularda oluştuğunu fark ediyoruz.

1977 senesi 1 Mayıs desem aramızda Taksim Meydanı’nda yaşananlara tanık olan var mıdır? Ama şimdi izlemekte olduğunuz kaydın duygusu ve bilgisi bizi oradaki kamera açısının tanıklığına sürüklüyor. Aslında arşivci değiliz, hiçbir zaman da olmadık. Bu görüntülere de şöyle ulaştık: 2010 ve 2011 yıllarında Taksim Meydanı iki kez 1 Mayıs’a açıldı. O dönemlerde DİSK’ten arkadaşlar bizden, “2011 yılında 1 Mayıs’ta Taksim’deyim” başlığıyla bir çağrı videosu yapmamızı istedi ve bize geçmiş 1 Mayıslardan VCD kayıtları verdiler. Böylece ilk kez 1977, 78 ve 79 senelerinin Taksim’de ya da başka bir yerde 1 Mayıs kayıtlarını izlemeye başladık. O zamanlarda bizim için “bu görüntülerle ne üretebiliriz?” sorusu elzemdi. Böyle bir görüntüden bir şeyler üretmeseniz bile, görüntünün büyüsü hepimizi etkiliyordu. Ancak 1977’yi bugüne bağlayabillirsek, arşivin büyüsünü, yani mekandan ve zamandan kopartılmış hijyen hali ile de hesaplaşabiliriz gibi gelmişti: Şimdi akan kayıtlarsa, 1 Mayıs 2007 için Taksim’e gitmeye çalışan video-eylemcinin, Oktay İnce’nin kaydı. 1 Mayıs 1977’yi anmak için 1 Mayıs 2007’de Taksim’e girmeye çalışırken yaşadıklarının gördüklerinin kaydı izledikleriniz. Dolayısıyla Oktay da 1 Mayıs 1977’ye dair hissetikleri üzerinden bir kolektif hafıza üretiyor. Ardından 31 Mayıs 2013 tarihine geçiyoruz: Taksim Meydanı’nda Arzu Çerkezdağ, Gezi için toplanan kalabalığa 1 Mayıs 1977’den bahsediyor. “Neden buradayız” sorusuna dair verdiği cevaplarda da yeniden ürettiği bir kolektif bellek var. Böylece 1977 ile 2013 yılları arasındaki hafıza akışı ya da hattı bu videoda da bir şekilde yeniden üretiliyor. “Yaşamadığımız bir tarihin görsel dilini oluşturabilir miyiz?” sorusuna verebildiğimiz cevaplardan biri bu: Video yapımını hafıza ile bağlamaya çalışmak. Videonun kolektif bir bellek aracı olarak gündelik hayatın her anında olması, elimizdeki telefonlardan dolayı, çok eski değil. Bunun etkisiyle, bir süre sonra hatırladıklarımızda belleğimize değil, o ana dair kayıtlara güvenmeye başladık. Belleğimizde meşrutiyet üreten ya da hatırlanması gerekenler de bu görüntüler oldu artık. Bu alanda arşivlemenin ne anlam ifade ettiğine yeniden geri dönebiliriz. Sizce arşivi kim tutar?

Katılımcı: Gazeteciler

Katılımcı: Devlet

Alper Şen: Devlet arşivi, doğası gereği resmi kayıtlardan ibaret ve duygusu, nefesi olmayan, bir anlamda da gözetleyen bir arşiv olabilir. Foucault’nun yaklaşımı, bu nedenlerden dolayı arşivi devlet arşivi olarak görür ve olumsuzlar. Ancak 90’lardaki teknolojik sıçramanın neden olduğu digitalleşme, başka arşiv pratiklerinin de yaygınlaşmasına ve avant-garde ya da devlet arşivi anlayışının dışına çıkılmasına neden oldu. Hepimiz, bu teknolojik sıçrama sonucu kendi arşivlerimizi, ortak belleğimize dair bir birikim oluşturabildiğimizi, devletin kendi arşiv mantığı üzerinden gördüğü ya da görmediğini kendi duygularımızla düşüncelerimizle yeniden üretebildiğimize tanık olduk. Herkesin eliinde ister istemez biriken görsel kayıtların bir yerde saklanmasındansa paylaşıldığında bu arşivin yaşayabildiğini düşünmeye başladık. Bunlar tabii ki bize özgü duygular ya da düşünceler de değildi. Dünyanın her yerinde otonom duygu ve düşüncelerle dayanışan ve üreten insanların oluşturduğu kolektif bir dildi.

Katılımcı: Sıradan bir vatandaşın tamamen kendi aile albümü arşiv olur mu? Bunu diğerinden nasıl ayırabiliriz?

Alper Şen: Bu anlatımı takiben, önce arşivin kişisel/kamusal, açık/kapalı gibi özelliklerine bakarak üzerinde fikir yürütebiliriz belki…

Katılımcı: Kişisel anlamdaki yapının elinde sonunda kamusal alana dönmesiyle ilgili. Bir noktada siz ne yaparsanız yapın onun tüketicisi de belli oluyor. Sizin yaptığınız üretimle empati kurarak şunu fark ettim, ben kendi aile fotoğraflarımı bile arşivliyormuşum, onu fark ettim. Diğer yandan da onlar bana yetmiyor ve dönüp bakmıyorum.

Alper Şen: Arşiv diye tarif edilen kayıtlar, bir yandan gerçek zamanın akışının birebir kaydı olamıyor. Bugün arşiv kaydı diye tabir edebileceğimiz bir video, kayda giriş ve kayıttan çıkış anları arasındaki zaman diliminden ibarettir. O boşluklar, yani kaydedilmeyen zamanlar da aslında belki de kaydedilen zamanla çelişecek anlamlar içerebilir. Muhtemelen arşivle uğraşan hiçkimse “geçmiş bu kayıtlarda” gibi bir tanımda bulunmaz. Belki de bu nedenle arşiv, katı ve değiştirilemez bir şey olmayabilir. Değişken, dönüşken, gerektiğinde silinebilen, gerektiğinde yeniden üretilebilen bir şey olarak karşımıza çıkıyor çoğu zaman geçmişe dair kayıtlar. Geçmişin görsel dilini bugün nasıl kurduğumuzun algısı ile şekilleniyor çoğu zaman arşiv kayıtları. Bu algı da bir yandan değişken ve yeniden üretime açık bir algı. Bellek diye tarif ettiğimiz şeyin gizli merkezinde unutmak var aslında. Hatırlayabildiklerimiz, hatırlamadığımız şeylerin geride kalanı çünkü.

Tarihe dair hatırladığımız şeylerin bizim için ne anlam ifade ettiği sorusuna verebileceğimiz yanıt da bilgilerin oluşturduğu kanaatlerle ortaya çıkabiliyor. Bu kanaatlerden de kaçınmak için anlamak ile hissetmek arasındaki farkı Ulus Baker derslerinde cümlelerini “bunu hissedebiliyor musunuz?” sorusuyla tamamladığında çıkartırdı. Anlamanın egemen dilinden nasıl uzaklaşırız derken kendimizce oluşturmaya çalıştığımız arşiv dilinin doğrusal olmaktan çok sezgisel kaldığını, bilgi ve zaman takibinden çok duyguların takibini yapmaya başladığını kendi izleklerimizde farkediyorduk. Devletin ya da kurumların kurduğu arşiv dilinde doğrusal bir tarih akışı her zaman olur ve bu da elzemdir. Ancak yaşayan ya da otonom arşivin dili her zaman doğrusal gitmeyebiliyor. Bir anda tarihsel sıçramalar üretebiliyoruz. Takip ettiğimiz izleklere dair kurduğumuz dilin bizimle ve düşündüklerimizin bilgisini ve duygusu da bir şekilde taşıdığını düşünüyoruz. Hangimiz hangi toplumsal mücadelenin neresindeyiz? Bir süre sonra bu izleklerde kimse keskin bir arşiv akışı aramak yerine kendisini arıyor, buluyor da çoğu zaman… Daldığımız, çıktığımız görüntü okyanusunda “Solaris” romanındaki gibi inceleme aşamasında bilinç ararken bilinç-dışı hallerle karşılaşabileceğiniz, dağınık ama dağınıklığıyla organik ilişkiler kuran bir arşiv dili.

İzlediğiniz kayıtlar, 2004-2006 yıllarında üç kez yapılan, İstanbul, İzmir ve Ankara’da militer simgeleri ve merkezleri bir turist otobüsüyle gezen savaş karşıtlarının bu simgeleri turist kafilesi gibi incelediği “Militurizm Festivali”nden. Her yıl 15 Mayıs’ta yapılmasının nedeni de o günün Dünya Vicdani Retçiler Günü olmasıydı. Bu görüntülerin çokluğu ve farklı zamanlarda ve şehirlerde olsalar da birbirlerini bağlayan ortak bir coşkuyla ortaya çıkmaları, geçmişin/arşivin hezeyan yaratan imajlar silsilesi olmadığını da bir örnek olabilir. Dayanışmanın görsel kaydının eğlenceli, komik, neşeli olduğu anları varsa bunları çoğaltabilecek videoların peşinden gidebilmek hepimize iyi gelecek bir şey. 2001 – 2012 yılları arasında özellikle Ankara sokaklarındaki eylemlerin video kayıtlarını alan ve bunlardan videolar-belgeseller üreten “Karahaber” video-eylem atölyesinin bir sloganı vardı: “Eylemin görüntüsünden, görüntünün eylemine” Eylemin görüntüsü, siz bir eyleme gittiğinizde kaydettiğiniz görüntülerdir. Siz bu kayıtlardan bir video yapotığınızda ve paylaştığınızda video her izlenişinde o eylem kendisini yeniden sahneler: Görüntü her izleyenle beraber yeniden bir eylem oluşturur. Bir video eylemcinin kurmaya çalıştığı dil de biraz budur. Bu kayıt birkaç saat öncesinin ya da bir kaç sene öncesinin de olsa kolektif hafıza da bu kayıtlarla izleme aşamasında yeniden varolur. Tüm bu kayıtların birbirleri ile ilişkilenmeleri de bahsettiğimiz, doğrusal olmayan bir tarih akışında bir izlek yaratır.

Bu izleğin otonom bir arşiv-bellek sitesi dışında mesela youtube-vimeo gibi metalaşmış ve ticarileşmiş alanda olması gerekir mi? Youtube bir arşiv alanı değildir. Ya da en azından kolektif hafıza olarak adlandırdığımız şey, Youtube’un ticari hafızasıdır. İzlenme oranı, beğeni ve trend gibi kavramlar kolektif bellek dilinin üzerinden ticari bir resmi tarih yazımına neden olabiliyor eğer bu sosyal medya alanlarını arşiv alanı olarak göreceksek. Ancak bu yorum da bu alanları boş bırakmamız anlamına gelmiyor. Bu alanda bir şekilde varolarak söylenecek cümleyi bu tür kamusal-ticari-gündelik alanlarda da söyleyebilmek, kolektif bellek dilinin avant-garde bir söyleme dönüşmemesi için önemli olabilir.

Kolektif bellek bugüne dair ne söyleyebilir? “Hatırlama imajları” dışında geçmişin imajları bugünü anlatabilir mi? 13 Mayıs 2004’te Soma’daki kömür madenlerinde yaşanan faciayı biliyoruz. Peki başka bir zamanın imajlarıyla Soma’yı anlatabilir miyiz? Belki de şöyle sorabiliriz, Soma’da yaşananları bilen bir kişiye Soma’yı başka bir şekilde tarif ettirebilir miyiz? Kendimce cevap vermeye çalışayım. Amasya’da Yeniçeltek kömür madeni var. 1979 senesinde Yeniçeltek Madeni, maden işçileri tarafından işgal edildi ya da özgürleştirildi, nasıl tarif ederseniz… 1979-80 yılları arasında maden işçileri daha iyi çalışma ve yaşam koşulları için greve gittiler ve maden bir süre sonra işçi komiteleri tarafından işletildi. Bu dönemde maden, hiç yapmadığı kadar üretimle, verimlilikle ve daha iyi çalışma koşullarıyla Türkiye’deki birçok madene de örnek olaya başladı. Sonra 12 Eylül Darbesi geldi ve Yeniçeltek Madeni de 12 Eylül’ün bahanelerinden biriydi. Soma’dan bahsederken 301 ölümün trajedisini anmanın ötesinde vereceğimiz/önerebileceğimiz cevap olabilir mi? 40 sene önce, maden işçilerinin bir grevinin – her ne kadar bugün gerçeküstü gibi görülse de – ve hak arama mücadelelerinin görüntülerinin oluşturduğu duygu, Soma’da yaşanan duygusal yıkımı sağıltabilir mi? Soma’nın ürettiği melankolinin ve çaresizlik duygusunun ötesinde ne söyleyebiliriz sorusuna geçmişin imajlarıyla verilebilecek bir cevap olabilir bu kayıtlar…

Ulus Baker, bir yazısında geçmişe dair imajların neden olduğu melankoli ile nasıl mücadele ederiz sorusuna cevap aramaya çalışır. Melankoli ve bu melankoli ile mücadele de kolektif belleğin oluşumunda ortaya çıkan bir duygu olabiliyor çoğu zaman. Size 1 Mayıs 1977 Taksim’e dair tek bir fotoğraf göstersem, belki bu fotoğrafa tepki gösterebilirsiniz sizde melankoli uyandırdığı için. Oysa o güne dair yüzlerce fotoğraf ve saatlerce video kaydı mevcut o güne ve o yıllara dair. Baker, bu yöntemi şöyle tarif ediyor: Melankolik bir imajla mücadelenin bir yolu yüzlerce imaj daha gösterebilmek. Her fotoğrafın ve kaydın birbiri ile olan zaman, mekan ve duygu ortaklığı ya da bağı melankoliyi coşkuya dönüştürebiliyor. “Yaşayan arşiv” diye tabir ettiğimiz şeyin duygusal hattı da burada ortaya çıkıyor. Geçmiş imajlarının üretebileceği melankoli ile başederek dünün kaydını bugün ile düşünebilmek, ya da tam tersi… Bellek eyleme dönüşebilir mi? Yeniçeltek Madeni Grevi ya da Zonguldak Yürüyüşü, Soma’ya bir şey söyler mi? Ya da 2015-17 yıllarında Ankara’daki patlamalardan sonra herkesin sokağa çıkmaya korktuğu bir zamanda, 2009-10 yıllarında Tekel işçilerinin ve destekçilerinin Ankara’ nın merkezi Kızılay’ı doldurduğu anları izlemek melankoliyi umuda ya da coşkuya dönüştürebilir mi? İzlemekte olduğunuz Tekel Direnişi’ne dair videoları, direniş sırasında yapmadık. 2016-17 yıllarında bu videoları yapma ihtiyacı hissettik, çünkü insanlar sokağa çıkmaya korkuyordu. Bu nedenle onlarca saat video kaydı izledik ve aktardık. Bu sürecin melankolik ya da coşkulu taraflarından biri, 7 sene öncesinin kayıtlarını izlerken birden Ethem Sarısülük’ün sokakta yürürken karşımıza çıkmasıydı. Melankolik bir kayıttı, ama aynı zamanda coşuyu da barındırıyordu bu imaj: Bir süre sonra şunu söylemeye başlıyorduk aramızda: Ne gösterirsek, gösterelim, kayıttakiler 1 Mayıs’ı, 19 Ocak’ı, 2 Temmuz’u 15 Mayıs’ı, Ankara’yı, İstanbul’u, İzmir’i, Hakkari’yi, Soma’yı, Yeniçeltek’i anlatmıyor; hepsini anlatıyor. Hepsine dair herkesin birbiriyle konuştuğu, sayıkladığı, dertleştiği dayanıştığı bir hafıza alanına dönüşüyor bu akış. Bak.ma’da yaklaşık 2.000 videonun yan yana, arka arkaya, bir arada durma akışı da sizin bu hareketli imajlar arasına dalmanıza ya da isterseniz kaybolmanıza neden olabilir. Tarif etmeye çalıştığımız kolektif hafızanın pratikteki bir diğer örneği de bu olabilir.

Atölye: Otonom Arşivleme

Alper Şen: Otonom arşivleme pratikleri üzerinden “Otonom Arşivleme” adında bir derleme kitap çıkarttık. Arşivleme üzerine yaklaşımlar ve tezlerden yola çıkarak bugünlerin video-eylem pratiklerinin röportajlarla derlendiği bir çalışma. En sonda da bizlerin oluşturmaya çalıştığı bir anti-arşiv manifestosu var. Bu atölyede niyetimiz anti arşiv manifestosu üzerinden bir video akışı düşünmek ve uygulamak. Bu bir video-metin de olabilir. Bak.ma imajlarından yola çıkarak 1968’le başlayan 2018’de biten 50 yılı bir video metinde kurgulayabilir miyiz? Metin de olmayabilir, başka bir ses kaydı da olabilir. Arka arkaya yılları da sıralamayabiliriz, doğrusal olmaya gerek yok. Gayrı-resmi bir zaman akışı düşünebiliriz.

Katılımcı: 50 yıllık süre içerisinde bir şeylerin değişmediği ve periyodik olarak her şeyin tekrar ettiğini düşünebiliriz. Hız alıyor, ileri gidiyor, geri gidiyor, sonra tekrar… Sürekli gelişiyor gibi görünüp aynı eksende gidip geliyor. Madenlerdeki toplu ölümler bile bunun bir örneği…

Katılımcı: Belki ekonomik kriz ve doların yükselmesine geçmişe dönük bir hafıza üzerinden bakabiliriz.

Burada Türkiye dışına da çıkabiliriz. Dünyanın gezegen olarak gündemini takip ederken, Ken Loach’ın yaptığı gibi, 11 Eylül’ü Newyork ve Şili üzerinden düşünmek mesela… Böyle gidip gelmelerle, kurgucu mantığından baktığımızda doğrusal olmayan hatlar kurmak. Zaman gerçek hayatta düz akıyor ama bellek olarak düz akmıyor.

2. Bölüm: Video, Bellek ve Remix

Fatih Bilgin: Ben de Ulus Baker zamanlarında montaj yapmaya başladım. Eylemin görüntüsünü ve görüntünün eylemini ilk defa duyuyordum ve bu beni çok etkilemişti. O zaman direnen, başka türlü şeyler isteyen insanların önceki kuşağından devraldığı tedirginlik daha çok vardı. İlk önce videonun neden çekildiğini öğrenmiştim; varlığı ispat için gözaltına alınanları çekin. Onlar kaybolmasın diye, bu kadar elzem bir yerden çıkıyor bu iş. Bunları kameran varsa videoya çekmek zorundasın. Videonun aktivizmi buydu. Daha geriye gitmek gerekirse kamera ilk defa savaş alanında kullanılmış. Çünkü çok büyük bir prodüksiyon var ortada, onu çekip sahibine rapor edicekler. O günden bugüne kamera şimdi cep telefonlarında var. Kameranın demokratikleştiği bir dönemde yaşıyoruz. Önceden çekilen görüntüyle bugün çekilen görüntü arasında çok büyük bir fark var. Bizim de genel anlamda bütün videocuların istediği de, kameranın demokratikleştiği bu süreç içerisinde görüntülerin de sivilleşmesini istiyoruz. Askeri karşıtı değil sadece, sermayenin karşısında bireysel bir videonun olmasını istiyoruz. Bu da eninde sonunda olacak zaten diye düşünüyoruz. Biz de bu sürecin bir parçasıyız, ben kendimi öyle görüyorum. Dolayısıyla çok ulaşılmaz bir şeyken video, giderek halka yayıldı. Bu anlamda yeni de bir şey. Yüz yıllık bir icatlar bütününden bahsediyoruz..

Benim esas sunacağım katkı video-remix alanında olacak. Remix’le de şöyle tanıştım; kameranız yoksa film yapabileceğiniz bir yöntem. Başka filmlerden ya da internetten görüntüler alıyorsunuz ve bunları yeni bir anlam oluşturacak şekilde birleştiriyorsunuz. Burada yeni anlam oluşturmak önemli oluyor. Sizin sanatçı performansınızı belirleyen şey, kurduğunuz yeni anlam oluyor. Bir de aldığınız filmi çalmak istemiyorsanız, biri çok güzel bir film çekmiş ben de size bunun en güzel 15 saniyesini gösterdiğimde bu aslında hırsızlık. Fakat filmi on kez izlesek göremeyeceğimiz bir sahneyi alıp 15 kez arka arkaya gösterdiğinizde bu bir cümlenin altını çizmek gibi oluyor. Ben kendi video aktivizmimi buradan başlatıyorum. Hepimiz ana akım filmler izliyoruz, bu filmlerin içine serpiştirilmiş iğrenç şeyler var. Film bittiğinde güzel filmdi diyebiliriz, ama bu iğrenç şeyleri toparlayıp bir araya getirip yeni bir film yaptığımızda o iğrençliğin filmini de izletebiliriz. Aslında remix ister istemez, ‘arşivin doğası ölüdür’ denildi ya, remix de yaşatmak için var. Çünkü bize ölü şeyler gösteriyorlar. Bruce Wills uçaktan atlıyor, burnu kanamıyor. ‘Bu benim hayatımda neye etki edecek, bana bunu niye gösteriyorlar, ben bunu kendi yararıma kullanabilmeliyim, bu saçma sahneleri lehime nasıl kullanabilirim?’… esasında remixin temelinde bu sorular var. Tarihinde ise, eskiden dijital platformlara değil, film üzerine kayıt yapıldığı için çok daha pahalıydı film çekmek. Malzemesi pahalıydı. Bugünse herşeyin digital alanda olduğu bir yerde remix yapacak kaynaklarınız da çeşitleniyor.

Bu videolarda instagram efekti olmuş, ya da günümüzde sanat olarak algılanan bir hata var. Estetiğin hatası, hatanın estetiğine dönmüş. Aslında bu bir hatadan ibaret. Görüntünün tamamı morarmış ve üzerinde kılcal damarlar, dalgalanmalar var. Bunu yapan yönetmen de şöyle açıklıyor. ‘Biz o zaman sokakta yaşıyorduk ve kamera alacak durumumuz yoktu, filmle alakamız da yoktu ama çöpte yemek ararken film bulduk’ diyor. Bu çok ilginç bir şey bence. Bunu çok dramatik ele almamak lazım ve çöpte buldukları filmlerle yeni filmler yapmaya başlıyorlar. Aslında ilk başta kullanım dışı görülür çöp. Ama bir şekilde bu çöpün bizdeki etkisi çok güzel olabiliyor. Sanatsal bir içeriğe dönüşebiliyor. Aslında remix, çöp görüntülerin yeniden kullanılmak istenilmesiyle oluşan bir film yapma yöntemidir. Temelinde gerçekten çöpte bulunan, bugün de internette bulunan görüntüler var diyebiliriz. Bugün de eskisi gibi, illa hatalı film bulacak mıyız, hayır her şeyin remixini yapabiliriz ama temelinde çöpten çıkıp yeniden kullanma var. Remix film yaparken kamera olmadan çalışabiliyorsunuz ve muhteviyatında çöpten toplama hayata döndürme var. İkincisi de siz ne film çekerseniz çekin, toplumsal hafızayı çalıştırabileceğiniz görüntüleri remixle kullanabiliyorsunuz. Aklımıza kazınmış görsellerden bahsediyorum onların bize çağrıştırdıklarını yeniden çekemem, direk kendisini kullnabilirim. Bizim amacımız şu, biz remixten bir görüntü parçası almak istiyoruz, başka filmden de görüntü parçası almak istiyoruz. Sanki aynı filmmişgibi bunları yan yana getirmek istiyoruz. Bunlar yan yana geldiğinde iki filme de benzememesi gerekiyor. Benziyorsa onun gücünü almış oluyorsun. Benzemiyorsa, eski filmin dediğini demiyorsa yeni anlamlar ortaya çıkmışsa video üretmiş oluyorsun.

Atölye: Remix Video Yapımı

Fatih Bilgin: Bu videonun yapım sürecini biraz anlatayım: Bir video yapım atölyesinde göçmen filmleri yapılıyordu ve herkes göçmenlik üzerine bir film yapacaktı. Ben de şöyle bir yazı yazdım, ‘Gerçekten gitmek zorunda kalsanız uçaklar uçar mı arabalar gider mi? Çünkü seyahat imtiyazlı sınıfa tanınmış bir haktır, canınızı kurtarmak için seyahat edemezsiniz’ gibi bir şey yazdım. Çünkü göçmenlik tamamen bunun üzerine kurulu bir şey. Turizm seyahat şirketlerinin türlü reklamlarını indirdim. 70’lerde 60’larda yapılmış reklamlardı. Bunların metinlerini kullanarak, yeniden bir metin yazdım, seyahat turizm yolculuk gibi kelimelerin hepsini ‘göçmek’ kelimesiyle değiştirdim. Onların metinlerini onlara karşı kullanmış oluyorsunuz dolayısıyla. Benim kendi kameramla asla çekemeyeceğim bir film bu; uçağın altına giremem, filmim için uçak kaldıramam ama bu görüntünün cakasını satmak sadece onların yapabileceği bir şey değil, ben de yapabilirim. Tabii ki bir farkla: Turizm ajansları için değil, göçmen hakları için. O yüzden onu alıp, yeniden kullanarak yeni bir anlam üretmek istiyorum. Bir yandan da istediğim şeyi söylüyorum, ‘nereye giderseniz gidin yalnız değilsiniz, insan insanı göçerken tanır’ gibi. Bunlar hep seyahat lafıdır…

Remix diye anlatınca çağrışımı bazen havada kalabiliyor, ama bu görüntülerle böyle bir filmi başka türlü yapmak da mümkün değil. Eski filmleri bir materyal olarak ele alıyorsunuz ve onları gerçekten nasıl farklı yorumlayabilirim diye düşünüyorsunuz. Burada en önemlisi bu yapım şirketlerinin asla yapmayacağı nitelikte bir iş yapıyorsunuz. Onlar uçakları kaldırır ama doğruyu söyleyemez. Asıl önemli olan bu galiba, bu tür metinleri o profesyoneller asla yazamaz.

Katılımcı: Bir hikayeyi oluşturup mu görüntüleri alıyorsunuz? Bir saniyeden esinlenerek mi bir şeyler oluşuyor? Oluşumda nasıl bir şey var?

Fatih Bilgin: Video konusunda herkesin kendi meselesi var tabii ki. Hepimiz her sanat dalında bir şey ifade etmeye çalışıyoruz. Atölyeler, ortak motivasyonun olduğu, son teslim gününün olduğu ya da kolektif çalışabileceğin ortamlarda fikirlerin daha orijinal çıktığı ve hızlı gerçekleştiği yerler. Bu anlamda atölyeler çok değerli. Özellikle kendi alanım olan video için bu durum geçerli. Yeni başlayanlar içinse bir şey oluşturma süreci çok daha hızlı ilerleyebiliyor. İlk başta ister istemez katılımcılarda bir otokontrol oluyor ve herkes eleştiriyor. Bu video yapımında aklıma gelen ilk şey ‘göçmenler uçağa binemiyor, bu uçaklar arabalar ne için yapıldı’ sorusuydu. Bu araçlar aslında zenginler için yapılmıştı. Bunu nasıl gösterebilirdim. Burada da onu hazırladım. ‘Göçmenliği destekleyen, olmayan bir devletin, olmayan bir kamu spotunu yapmak istiyorum’ dedim. Baktığım videoların hepsi turizme, üçüncü dünya ülkelerine gitmeye teşvik videolarıydı ve çok uzunlardı. Bu benim için çok malzeme demekti. Bu fikrimi açıkladıktan sonra ham videoları gösterdim. Ulaşım araçları videoları kullanacağımı söyledim, ardından herkes bi takım videolar önerdi. Yaklaşık 10-15 remix için ham video kaydı çıktı böylece. Aslında hiçbir video fikri bir anda gelmiyor. Bir probleme odaklanıyorsun ve ona bir yerlerden yaklaşıyorsun. Farklı disiplinlerden insanlar bir araya geldiğindeyse çok daha farklı şekillerde yaklaşıyorsun. O kolektivitenin içinde zenginleşti bu video böylece. Benim de yaptığım en iyi remix oldu diye düşünüyorum. Atölyeler bu tür işleri yapmak için çok canlı oluyor. Orada bir şeyi yetiştirmeye ve kendini ispatlamaya ve diğerlerini de dahil etmeye çalışıyorsun. Bütün bu motivasyonlar birleşiyor böylece.

Burada da güçlü bir ses kullanımı var. Bir filmden bir sahne bu izlediğiniz… Diğeri de Devrim’in yaptığı iş. Bu videonun müziğini Devrim yaptı. Diğerinin müziğini biz yaptık. Videoda bence ne çekeceğimiz değil, ne duyacağımız daha önemliydi. Aslında kulak bazen video yapımında daha güvenilir bir organdır. Bir şey duyduğumuzda hemen tepki verir ya da kaçarız ama bir şey gördüğümüzde hemen kaçamayız, önce izleriz. Mesela bir treni… Kalpten sonra ilk oluşan organlardan biriymiş kulak. O yüzden sesi kötü filmlere tahammül edemiyorum. Özenilmesi gerekiyor. Müzik, her şeyi değiştiriyor. Cumhurbaşkanı konuşmasının arkasına Michael Jackson koyarsanız ciddi bir politik suç bile sayılabilir. Ses önemli. Remix’i de aslında ses başlatıyor. Bu remixlerde yoğun bir toplumsal hafıza yoktu ama ikisi de bir şeylerin altını çizmek için yapılmış videolar. Burada önemli olan, filmdeki bir mevzuyu o filmin verdiği anlamı yeniden üretecek şekilde tasarlamak. Filmin kendisini kesip öylece ardarda koyamazsın ve tabii ki kendinden bir şey koyman gerekiyor. Remix atölyesi yapacak olursak bu filmleri kare kare, sahne sahne bu görüntüden sonra acaba neden bu görüntü geldi sorusuyla incelemeye başlayabiliriz. En temel kurgu hareketi budur çünkü. Eğer böyle yaparsak tersine mühendislik gibi de oluyor yaptığımız. Bu videolar bizde ne tür duygular ve düşünceler uyandırıyorsa onun nasıl ortaya çıktığını anlamaya başlıyoruz. Analiz edersek bir çok remix fikrinin çıkacağını düşünüyorum. Eğer net bir fikriniz varsa onu burada bile gerçekleştirebiliriz. Örneğin bu Remix’te farklı iki filmdeki karakter, normal montaj mantığıyla bir araya geliyor. Çünkü bu iki karakterin benim algımda ilişkili olduğunu düşünüyorum.

Linkler:

artikisler.net

istanbulunartigi.net

bak.ma

vimeo.com/handezerkin

vimeo.com/fatihbilgin