Normal Vatandaşlar Kaybolsun!

Altyazı Dergisi – 150.  Sayı: Gayrıresmi ve resimli sinema sözlüğü –

“‘Normal Vatandaşlar Kaybolsun!’… diye bir polis anonsu. Ankara’nın göbeğinde işitilebildi. ‘Normal’ olmayan vatandaşlar birkaç katman polis bandosunun ve su fışkırtmaya her an hazır panzerlerin arasında kuşatılmış olanlardı her halde. Devletin arzusu, elbette onları bir an önce ortadan ‘kaybetmek’ (özel bir yetenek gerektirmiyor bu) ve dağıtmaktı. Ama ilk kez, ‘normal’ denilen vatandaşlara yönelik bir polis anonsundan, insanların kentlerin en işlek meydanları ve caddeleri üzerinde ‘kaybolmak’, ‘toz olmak’, yani bir anda yitip gitmek zorunda olduklarını öğreniyoruz. ‘Bakmayın.’ Bir başka polis anonsu, tıpkı ‘kaybol!’ komutu gibi, kulaklarda çınladı… ‘Bakmayın!’ ‘Bakmak’ ile ‘görmek’ arasında insan türünün özel bir yeteneğinin eseri olan farkı hedef alıyordu bu komut… Halbuki insanların, gerçekten, bakmadıkları bir şeyi farklı, sayısız gözlerle (arılar gibi) görebilme yeteneği vardır ve bunun önüne geçilemez…” Ulus Baker’in ‘Ölüm Orucu – Notlar’ metninden, 1996.

Gezi Direnişi’ni biricik yapan özelliklerinden biri de hiç kuşkusuz görsellikle ilişkisiydi. Direnişle birlikte görme biçimlerinin ve bakış açılarının çoğulluğuna ilişkin farkındalığın arttığı, isyanın yaratıcı potansiyellerinin görsel araçlarda ifade bulduğu alanlar icat edildi ya da duygulanımları ifade etmenin en uygun aracı olarak görsellik yepyeni hâlleriyle keşfedildi. Öyle ki, bu keşfin bir araçla bedenleşmesi elzem değildi; insan zaten arılar gibi, farklı ve sayısız gözle görebilirken (üstelik bakmadığı bir şeyi) tanıklığına hangi araç mazhar olabilirdi! Sokak yazılamalarından grafitilere, çeşitli barikat formlarından eylem, işgal etme ve dayanışma biçimlerine kadar pek çok konudaki müşterek görsel deneyimin bir “temsiliyet” ilişkisi içinde işlemiyor oluşu, bu deneyimin kurgusallaştırılmasını da imkânsız kılıyordu. En azından uzun bir süreliğine böyle olacağı öngörüldü.

Sayısız gözlerle görebilme hâlinin “her yer kamera”ya dönüştüğü anlardan biri, Taksim Meydanı’nda bir geceye tekabül eder. Eli kamera tutan herkesin “elinizle ancak bir damlasını tutabileceğiniz, kaygan, akışkan ve derin video okyanusuna attığı damlaların sonsuza dek yaşayacak olması” fikri (Andreas Treske, Video Theory-Online Video Aesthetics of the Afterlife of Video) “görüyorum”un potansiyellerini icat etmek arayışında olan bazıları için daha çekiciydi. Park işgalinin ilk günlerinde örgütlenen Videoccupy video eylem kolektifi, “hayat nasılsa öyle” şiarıyla çoğunlukla gündelik hayatın kaydını tutarken, bir yandan da park, meydan, sokak “videogramları” üretip online erişime açtı. Harun Farocki’nin Çavuşesku Romanyası’nın yıkıldığı gece Romanya’da yapılmış görsel kayıtlardan derlediği filmi Videograms of a Revolution’dan (1992) aldıkları ilhamla isyanın ve işgalin görsel kayıtlarına verilecek en yerinde tabiri, ‘videogram’ı yeniden keşfettiler. Direnişin görsel belleğini oluşturmak için açtıkları çağrıya itibar edildi, herkes elinde avucunda ne varsa kolektif üyeleriyle paylaştı. Oluşturdukları yüzlerce saatlik Gezi arşivine, “bakmadığımız bir şeyi farklı ve sayısız gözlerle görebilme yeteneğimizin önüne geçilemez” demek için bir polis anonsunun adını verdiler ve bak.ma toplumsal mücadeleler dijital medya arşivinin serüveni böyle başladı (bak.ma). Arşivin çeperinin genişleyeceğine şüphe yok.

Kendini kamerasıyla “birkaç katman polis bandosunun ve su fışkırtmaya her an hazır panzerlerin arasında kuşatılmış olanların” durduğu yerde konuşlandıran eylemcinin, polisin ve anaakım medyanın durduğu aksı kıran bir gücü var. Bu güç, direnişin en hızlı örgütlenme pratiklerinden birinde, aralarında Çapul TV, Naber Medya, Hemzemin, Gezi Postası, İstanbul’da Ne Oluyor, Gezi Radyo gibi Türkiye’nin her bölgesine yayılma çabasında olan çapı küçük ama etkisi büyük medya inisiyatiflerinin deneyimlerinde görüldü. Direnişin görsellikle ilişkisi damarlarını siyasete içkin bir estetikle örerken, direnişçinin o damarlar arasında özgürce salınması kadar doğal işleyen bir süreç olamazdı. Görsel araçlarla ilişkilenen hemen her alandan direnişe katılanlar eşi benzeri görülmeyecek biçimlerde güçlü dayanışmalar örgütledi. Bin bir zorlukla yapılan belgesel gösterimlerinden, bir araya geldikleri sinemacılar çadırına, hararetli tartışmaların odağındaki soru neydi?

Gezi’ye dair bir sinema filmi ya da bir belgesel film yapılabilir mi? İlk cevap evet olsa da bu soruya verilebilecek ikinci bir cevap “şimdilik hayır” olacak. Bir film yapmak mı, onlarca yüzlerce film, video ve başka görsel yapımlara alan açacak bir okyanus yaratmak mı? Gezi Parkı’nı mı, yoksa Ahmet Atakan’ı, Mehmet Ayvalıtaş’ı ve bu direnişe bir dakikasını ya da ömrünü vermiş yüz binlerce insanın hikâyesini anlatmak mı? Bunun cevabı “hepsi” ise öncelikle “estetik üretimin” bir adım gerisine gidebilmek, binlerce gözün bakmasa da gördüğü alanları yaratabilmek gerek. Hatırlamak, hafızamızın gelecekte bize oyunlar oynayacağı zamanları öngörerek yaşanan anların çokluğunu ortaya koymak, direnişin ve direniş görüntülerinin, dayanışmanın ve dayanışma görüntülerinin birlikte yürüdüğü hatları çizebilmek gerek. Devletin resmî ve fişleyen görsellerine rağmen, yaşananların meşruiyetini tekrar ve tekrar hatırlamak ve hatırlatmak adına çokluğun görsel dilini en azından şimdilik tahayyülün güvenilir kollarına teslim edebilmeli. Özge Çelikaslan, Alper Şen

bkz. Gezi Parkı

Leave a Comment